Bir yoksulluk ve dönüşüm hikayesi: “Beni bana bıraksalar var ya…”

“Tuhaf sahiden, ikimiz de tarihin kaybedenleri olarak başlamıştık hayata… Ama… simetrik bir dönüş yaşanmış, paylaştığımız dünyanın kaybedenleri kazananlar … olmuştu”[1] diyen Louis’nin ve annesi Monique’in hikayesi Moda Sahnesi’nde. Bir izleyin, derim.
Paylaş:

Bizim yaş grubunun derin ve içten sohbetlerimizin temel düğümlerinden birinin başarı(sızlık!) hikâyelerimiz olduğunu düşünürüm hep. Sanki içimizde devasa potansiyeller taşıyorduk (ki taşıyorduk) ama ya hayat şartları[2] ya yanlış seçimler (ki buna zorlayan da hayat şartları) ya talihsizlikler (bunun da hayat şartlarıyla ilişkisi var bence) bu potansiyelimizi hayata geçirmemizin önünde engel oldular.

Mesela ilk Türkçe öğretmenim beni yoksul mahallemizin “bilge çiçeği” olarak tanımlardı ve başbakan olacak potansiyelim olduğunu söylerdi. (Nitekim sonrasında dünyayı kurtarma girişimlerim de oldu!) Bir başka arkadaşımın küçükken kendisinin din konusunda bir kurtarıcı olarak dünyaya geldiği inancını taşıdığını öğrendim. Yine “Kendimle ilgili hayal kırıklığı yaşıyorum. Otuzlu yaşlarımı asla böyle düşünmemiştim” ile başlayan onlarca sohbet…

Moda Sahnesi’nin Édouard Louis’nin Bir Kadının Kavgaları ve Dönüşümleri kitabından uyarladığı tiyatro oyununu seyrederken bunu bana düşündürten oyunun kahramanlarından Monique’in “Beni bana bıraksalar var ya…” cümlesi oldu. (Bu cümle direkt kitapta bu şekilde geçmese de hem Türkçeleştirme hem de sahneleme anlamında çok yerinde ve tamamlayıcı bir tercih olmuş.) Monique de “başka bir yaşama layık olduğundan ve bu yaşamın soyut olarak başka bir yerde, sanal bir dünyada var olduğundan emindi, hemen şuracıkta bir yerdeydi ve yaşamının gerçek dünyadaki bu yaşama denk gelmesi kazara gerçekleşmişti, o kadar.”[3]

Kaynak: edebiyathaber.net

Yoksul kadınların ve çocukların hikayesi

Bu cümle kısa, sıradan, ama içinde yüzyıllık bir yorgunluk var. Bir kadının kendi hayatına sahip çıkma arzusuyla, o hayata izin vermeyen dünyanın ağırlığı arasına sıkışmış bir nefes gibi. Bu kitap bir annenin hikâyesi gibi başlıyor ama çok geçmeden hepimize dönüyor: Yoksul kadınların, LGBTİ+ çocukların, kenarda kalmışların hikâyesi bu. Birinin “Bu benim hikâyem değil” demesi bile lüks. Çünkü bir yerinden hepimizin hayatına dokunuyor.

Oyunun ve kitabın bir başka kahramanı olan Louis’nin annesi, yoksulluğun bütün yükünü bedeninde taşıyor. Sabah erkenden kalkıyor, çalışıyor, yoruluyor, ama kimse bu emeği “iş” saymıyor. Görünmezlik, sıradanlık ve çıldırtıcı ev işleri rutininin yoksullukla çevrelenmesinin bir hikâyesi bu kitap. Ancak şöyle bir farkla ki… Bu kitabın anlatıcısı kendi deyimiyle tarihin bir diğer “kaybedeni”. (Gerçi dönüşüm sonrasında kendilerini tarihin kazananları olarak da tarifliyordu.) Louis de kitabın kendi dönüşümünü yaşayan eşcinsel çocuğu idi. Bu yüzden Louis, annesi Monique’in hikâyesini anlatırken, kendi yarasına da dokunuyor.

Louis’nin hikâyesinde annesine duyduğu öfke, suçluluk, sevgi, utanç birbirine karışıyor. Kimi zaman annenin sessizliğine kızıyor, kimi zaman o sessizliği kendinde tanıyor. Annesi patriyarkanın içinde susmuş, o da heteronormatif dünyanın içinde susmuş. Biri kadındı diye, biri eşcinsel olduğu için.

Görünmez emek sahnede

Ve tam burada, anlatının rengi değişiyor. Bu artık “erkek anlatıcının kadın hikâyesi” değil. İki ötekinin birbirini tanıması. İki sessizliğin birbirine dokunması. Louis, annesinin hikâyesini “onun yerine” anlatmıyor. Onu yeniden kurarken kendi suskunluğunu da ifşa ediyor. Bu karşılıklı tanıma hâli, kadın–LGBTİ+ dayanışmasının o görünmez bağını hissettiriyor.

Moda Sahnesi’nde Bir Kadının Kavgaları ve Dönüşümleri’ni izlemek bu yüzden çok güçlü bir his bırakıyor. Bir erkek bedeni, bir kadının yorgunluğunu taşıyor. Terliyor, nefes nefese kalıyor, yoruluyor. Özellikle sahnede bir yandan oyuncuyu izlerken diğer yandan bir kamerayla oyun boyunca bitmeyen ev işlerinin ekrana yansıtılması, görünmez emeğin yer yer başrole taşındığını hissettiriyor.

Bu yıl, bu ülkede, bu atmosferde…

11. Yasa Tasarısı’ndan sızan haberlerde LGBTİ+’ların varlığına dönük cezalandırıcı maddeler konuşulurken, kadınların ve lubunyaların birlikte direndiği ve tasarının geri çekilmesini sağladığı bir dönemde böylesi bir oyunu sahneye koymak… yalnızca sanatsal bir tercih değil, başlı başına bir protesto.

Bir tiyatro oyunu, sessizce ama cesurca “Buradayız” diyor, bu durum sahnede politik bir dayanışmaya dönüşüyor. Seyirci, bir hikâye izlemiyor sadece, kendi varlığının da nasıl hedef alındığını, neyin yok sayıldığını hissediyor. Ve ara ara oyuncunun Scorpions’tan[4] şarkılar seslendirdiği gökkuşağı renkli minik sahne gibi, her daim var olma mücadelesini sürdüreceğine dair güçlü bir inancı da buluyor oyunda.

Yoksulluğa ve utanca rağmen özgürleşme

Yoksulluğun cinsiyeti var. Ama bazen o cinsiyetin sınırlarını eşcinsellik deneyimiyle birlikte düşünmek gerekiyor.

Louis’nin annesi, bir gün o evden çıkıyor. Kendine bir hayat kuruyor. Belki geç, belki yaralı, ama kendi seçimiyle. O an kitabın asıl cümlesi kurulmuş oluyor: “Kadının dönüşümü” değil sadece bu; “birlikte iyileşme” hikâyesi. Yoksulluğa ve dayatılan utanca rağmen kendi özgürleşme hikayelerimizi yazmanın zorunluluğunu da hissettiren, sessizliği sese dönüştüren umut dolu bir hikâye…

Son olarak Kemal Aydoğan’ın yönettiği, Onur Ünsal’ın güçlü bir oyunculukla sahnelediği bu oyunu bizzat Moda Sahnesi’nde izlemenizi öneririm. Ben gittiğimde salon doluydu. 26-27-28 Kasım’da yeniden sahnelenecek. Biletinizi erken almanızı öneririm. Şimdiden iyi seyirler ve iyi “Beni bana bıraksalar var ya” tefekkürü…


[1] Bir Kadının Kavgaları ve Dönüşümleri, Édouard Louis, Can Yayınları, Sf. 59
[2] “Hayat şartları”nı patriyarkal kapitalizmin yarattığı eşitsizliklerden müteşekkil bizlere dayatılan şartlar, diye de okuyabiliriz.
[3] Age, Sf. 33
[4] Alman bir metal müzik grubu

Fotoğraflar: dergy.com

Paylaş:

Benzer İçerikler

Gösterilecek içerik bulunamadı!
İçeriklerimizi kaçırmamak için e-posta bültenimize ücretsiz abone olun!