Toplumsal cinsiyet rolleri kadın ve erkek olmaya dair tutum ve davranışlar ile bize bir kimlik bahşederek bu kimliğin sınırlarını, niteliğini belirlemekle kalmayıp aynı zamanda roller vasıtası ile bize amaç, arzu ve hayal kırıklıklarımızı da anlatır. Bu anlamıyla toplumsal cinsiyet kadın ve erkek ilişkilerine dair bir anlatı olmaktan öte aynı zamanda patriyarkal iktidar düzleminden bireylere dayatılan bir yaşam ve algı biçimidir de. Bu nedenle toplumsal cinsiyetin dayanakları ve bu düzlemde kadına dayatılan kimlik, tarihsel anlamda da önemli bir sürece karşılık gelir. Toplumsal cinsiyete ve oluşum sürecine bakıldığında özel-kamusal ikiliği ve aile düzleminden karşımıza tarihsel bir gerçeklik ve dönemeç çıkar. Bu dönemecin en önemli ayağı hiç kuşkusuz aile ideolojisidir.
18. yüzyıl sonuna kadar bugünkü anlamıyla bir aile ideolojisinden söz etmek mümkün değildi ancak kapitalizmin sonraki evrelerinde burjuvazinin gelişimine paralel olarak bir aile ideolojisi ortaya çıkmıştır (Gittins 1991, 149). Aile ideolojisi, esasında dönemin toplumsal ekonomik ve siyasal açıdan güçlenen orta sınıfın bir ideali olarak gelişmiş ve “Kadının yeri evidir” ideali orta sınıf tarafından yayılırken işçi sınıfı eliti sendikalarsa bu ideali kendi çıkarlarına uygun bir biçimde kullanarak aile ücreti alma “başarısını” göstermiştir. Böylece bu ideal 19. yüzyılda bir ideoloji halini almıştır (Gittins 1991, 39-40). Gelir sahibinin erkek olması düşüncesi o günden bugüne aile ideolojisinde meydana gelen en radikal değişim olmuş ve erkeklik, dişilik, annelik, aile yaşamı ve politikası gibi olguları dramatik bir biçimde etkilemiştir. Bu nedenle ailede yaşanan bu dönüşüm salt bir aile ideolojisi olmayıp aynı zamanda bir toplumsal cinsiyet ideolojisidir (Gittins 1991, 36).
Kadının özel erkeğin ise kamusal alana ait görülmesi fikrinin bir ideoloji halini alması ve bir toplumsal cinsiyet ideolojisinin oluşum süreci esasında patriyarkal ilişkilerin kapitalist toplumun gerekliliklerine uygun olarak dizayn edilmesinin bir sonucudur (Sancar 2009, 49). Çünkü kapitalizmin devamlılığı adına esas olan ‘temel birikimi sürekli kılmak”tır. Bu kavramla anlatılmak istenen istikrarsız bir biçimde varlığını sürdüren kapitalizmin varlığını devamlı kılması için meta üretimine dayanan kâra, meta dışı üretimle sağlanan birikimin eklenmesi gerekliliğidir. Dahası meta dışı üretim meta üretiminin varlığının gerekli bir koşuludur. Emek gücünün piyasada satılabilmesi için kadınlar tarafından gerçekleştirilen piyasa dışı bir üretim biçimi olan ev içi emek tarafından yeniden üretilmesi gerekir (Michel 1993, 51). Dolayısıyla kadının özel alan içerisinde ücretsiz olarak gerçekleştirdiği ve piyasa dışı olarak değersiz kılınan emeği sermayenin devamlılığı adına önemli bir unsurdu. Bu da kapitalistler açısından kadını eve bağımlı kılmanın daha karlı olması demekti. Böylece özel/kamusal ayrımı ekseninde kadının özel alana ait kılınması ve yeniden üretim faaliyetlerinin kadının temel misyonu olması ile birlikte kadın için eş ve anne olmak bir norm halini almış, kadının bunun dışındaki bireysel edimleri de aynı zamanda yok edilmiştir.
Başkaları için yaşamak
Kadının özel alan içerisindeki konumu başkalarını tatmin etmeye dayanır. Kadın erkeğin ve çocuklarının bakımını, fiziksel ve duygusal ihtiyaçlarını karşılamak ve evin düzenini sağlamakla yükümlüdür (Meulenbelt 1987, 56). Kadının en önemli görevlerinden biri kocasıyla uyum içinde bir ilişki yürütmek, evdeki ilişki sorunlarını çözmek, çocuklara vakit ayırmak ve ödevlerinde yardım etmektir. Ev kadınından beklenen yalnızca yemek pişirmesi ve evi temiz tutması değildir, aynı zamanda çevresini ve kendisini çekici hale getirmesidir (Meulenbelt 1987, 35). Bu da kadının benlik tatminini özel alana ve bu içerikte anne ve eş olmaya indirger. Bu düzlemde ev kadınlığı ideali aynı zamanda birey olarak görmezden gelinen kadının feda edilmiş, yaşam amacı ötekilere bağımlı kılınmış, toplumun diğerleri ve en önemlisi kendisi ile bağ kuramamış bir yaşamı anlatıyor. Dolayısıyla ev kadınlığı ideali kadına bir yaşamı değil, başkaları için yaşamayı vadediyor. Eşi ve çocukları için kendini feda etmeye adanmış bu yaşamın gerçekliği ise görülmeyen, değer biçilmeyen bir emeğe dayanır. Bu emeğin görünmez niteliği ise Rowbotham’ın deyimiyle; kadınların yoğun oranda değersizlik duyguları yaşamalarına yol açar. Kadının bağımlı durumda olması ve kadın rollerine dönük toplumsal koşullanmalar ise buna zemin hazırlar (Rowbotham 1987, 116).
İnsana biçilen değerin alınan ücrete göre belirlendiği kapitalist toplumda kadınlar ücret elde etmedikleri iş olarak görülmeyen bir işle meşguldür. Üretkenliğin ölçülmediği, belirlenmiş sınırların olmadığı, bitmek bilmeyen bu işler kadınlar erkeklerden aşağı görüldükleri, dünyaya gelme amacının erkeklere hizmet ve itaat etmek olarak düşünüldüğü bir sistem içerisinde yaparlar. Bunlar ise kadınların zihninde bir boşluk doğurur (Rowbotham 1987, 122-123). Öyle ki kadınlar yaşamda var olma nedenlerini eş ve çocuklarının kendisine gereksinim duymasına dayandırır, yaşadığı dünyada başka türlü var olmadıklarını düşünür ve bu nedenle eş ve çocukları kendilerine ihtiyaç duymadıklarında bir hiçlik duygusuna kapılırlar (Rowbotham 1987, 123). Çünkü yaşamı özel alan düzleminden kurulmuş ve toplumdaki konumu bunun üzerinden tanımlanan, bütün çabasını, uğraşını, emeğini, yaşam tatminini yuvayı ve yuvasındaki bireyleri huzurlu kılmaya vakfetmiş kadın varlık ve tatmin nesnesini eş ve çocuğu olarak belirlemiştir. Bu nedenle eşi ve çocuğu gittiğinde yaşamının temel misyonunu belirleyen nesnelerini de yitirmiş olur. Böylece onlar gittiğinde bir misyonu, yaşamına yön verecek bir hayatı kalmamıştır gibi hisseder.
Friedan’ın belirttiği üzere ev kadınlarının gelecek hakkında kendilerine yönelik bireysel bir amaca sahip olmamaları onların gelişmeleri yönündeki bir engel olduğundan kim olduklarına yönelik bir farkındalığa erişememektedir. Ev kadınlarının yaşamının tek düzeliği onlarda boşluk ve amaçsızlık yaratarak varlıklarını tehlikeye atmaktadır (Friedan 1983, 256).
Dolayısıyla kadının varlık koşulunun anne ve eş olmaya dayandırılması, onun yaşama bakış açısını ve yaşama uğraşını da başkaları üzerinden inşa ederken aynı zamanda bireysel bir yok olmaya işaret etmektedir. Başkalarını mutlu etmeye adanmış bu gerçeklikte kadının bireysel bir amaç ve kendine ait bir dünya kurgulayamayışı eş ve çocuğu gittiğinde onu yalnızlık ve amaçsızlık düzlemine sürüklemektedir.
Bağımlılık duygusu
Kadının çocuk ve eş arasına sıkıştırılmış bir yaşamındaki bu yalnızlık hissini bize en iyi anlatan karakterlerden biri Darren Aronofsky’nin yönettiği Requiem for a Dream (Bir Rüya İçin Ağıt) filmindeki Sara karakteridir. Film her ne kadar temelde bağımlılığı esas alsa da Sara ve Sara’yı bağımlılık sürecine götüren şey, bize toplumsal cinsiyet düzleminden çok şey anlatır. Sara yalnız yaşayan yaşlı bir kadındır ve oğlu Harry yaşamına ondan ayrı devam etmektedir. Kendi başına yaşayan ve çalışmayan Sara ise yoğun yalnızlık duyguları yaşamaktadır. Televizyon bağımlılığı olan Sara’nın temelde bağımlılığa giden sürecinde yaşama dair bir anlamın yitirilmesi ve amaçsızlık duygularına kapılması önemli bir yer tutmaktadır.
Sara çok sevdiği bir yarışma programına katılmayı hayal eder. Programa katıldığında en sevdiği kırmızı elbiseyi giymek ister çünkü ölen eşi onu çok beğenmektedir. Ancak bunun için yeterli kiloda olmayan Sara zayıflamak için doktorun verdiği hapları kullanır ve bu haplar uyarıcı etkiye sahiptir. Bu hapları kullanan Sara zamanla bir hap bağımlısına dönüşür.
Sara’nın her ne kadar yaşlı bir kadın olması nedeniyle yalnızlık duygularına düşmesi olağan gibi görünse de bu yalnızlık duygusunun altında eşi ve oğlu gittiğinde kendine ihtiyaç duyan kimse kalmaması, hizmet edeceği dolayısıyla bakım vereceği kimse olmamasından kaynaklanan bir boşluk duygusu yatar. Bu duyguyu oğlu Harry ile yaşadığı bir diyalogda görürüz.
Haplar nedeniyle bir süre sonra aşırı enerjik olmaya, sanrılar görmeye başlayan Sara’nın oğlu Harry annesinin bu enerjik halini ve dişlerini gıcırdattığını fark edince uyarıcı ilaçlar kullandığını anlar. Sara’yı içmemesi yönünde ikna etmeye çalışan Harry annesinin bu hapları televizyona katılmak ve o elbiseye sığmak için içtiğini söylemesi üzerine; Sara’ya bunun neden bu kadar önemli olduğunu sorduğunda Sara’nın verdiği cevap yaşlılık duygusunun ötesindeki bir yalnızlığı anlatır.
“Neden mi? Sen bir taksiyle geldin. En iyi koltukta kim oturuyordu, gördün mü? Ben artık önemliyim, herkes beni seviyor. Yakında milyonlarca kişi beni görecek ve benden hoşlanacak, onlara senden ve babandan bahsedeceğim… Bu sabahları uyanmak için iyi bir sebep, kırmızı elbiseye girmem için, kilo vermem için bir sebep, gülümsemem için sebep, yarını çok güzel gösteriyor. Elimde ne var? Neden yatağı yapıp bulaşıkları yıkayayım? Yapıyorum ama neden yapayım? Yalnızım. Baban gitti, sen de gittin. Bakacak kimsem kalmadı. Elimde ne var Harry? Yalnızım ve yaşlıyım.”
Burada Sara’nın bakım vereceği kimsesi kalmadığında kendine dair bir boşluk duygusu ile baş başa kaldığını görürüz aslında. Keza Harry’nin “Arkadaşların var” derken, Sara’nın “Aynı şey değil. Bana ihtiyaçları yok.” “ … Kırmızı elbiseyi, televizyonu babanı ve seni düşünmekten hoşlanıyorum. Artık güneşe çıktığımda gülümsüyorum.” şeklindeki serzenişleri aslında kendisine ihtiyaç duyan birine karşı hissettiği bağımlılık duygusudur. Bu bağımlılık duygusunun temel nesneleri ise oğlu ve eşidir. Çünkü Sara’nın dünyası aslında ev içi emek ve bakım düzleminden kurulmuş bir misyona dayanmaktadır. Onlar gittiğinde Sara yaşama dönük misyonunu yitirmiştir ve buradaki boşluğa dair bir çaresizlikte kıvranmaktadır. Keza filmin sonlarına doğru Sara’nın gördüğü sanrıda etrafındaki insanların “Beni besle Sara” diye seslenmesi de Sara’nın bakım verme olgusuna işaret etmektedir.
Çok uzağa gitmeye gerek yok. Etrafımız Sara gibi hayatlarını başkasına adamış ve bu şekilde var kılınmış, buna inandırılmış kadınlarla doludur. Toplumsal normlar kendisine eş ve anne olmayı dayattığı için tek amacı iyi bir yuva kurmak olan kadınların seçeneksiz bırakılmışlıkları bize bu yalnızlığa dair çok şey anlatır. Birey olarak var kılınmamış ancak bir aileye, eşe, çocuğa dolayısıyla bakıma ihtiyaç duyanların varlığının ve onları mutlu etmenin kendisinin önemine işaret eden kadınlık normunda geriye kalan kendisini bulamamış, hayatları başkasının bağlarının ellerinde kırılmış kadınlardır.
Vaad edilen mutlu bir yaşam değil
Pekiyi kadınların yalnızlık ve boşluk duyguları yalnızca ev kadınlığına dair midir?
Elbette hayır. Bugün her ne kadar anne ve eş olmaya ilişkin ideal ve geleneksel kadınlık normlarında bir zedelenme yaşansa da toplumsal cinsiyete ilişkin kurguların içselleştirilmiş gerçekliklerini salt ev kadınlığına adanmayan, toplumsal yaşama aktif bir katılım sergileyen kadınlarda da görürüz. Kadınlığı bir eş bulmak ve çocuk sahibi olmak düzleminden tanımlayan ve kadına buradan bir değer ve başarı tanımlayan kurgunun toplumda hala büyük bir baskınlık oluşturuyor olması ve içselleştirilmiş cinsiyet mekanizması bekar ve çocuğu olmayan kadınların da yalnızlık, boşluk, tamamlanmamışlık hissi yaşamalarına sebep olur. Çünkü toplumun kadınlığa ilişkin tanımlaması bir yargıçlık ve saldırıyı da beraberinde getirir. Hatta öyle ki geleneksel olana uymayan kadının temelde doğasına aykırı olanı inkar ettiğinden ötürü mutsuz olduğu hatta acınası olduğu fikri kadın mücadelesine yönelik saldırıda önemli bir yer işgal eder. Mutsuz olduğu ve mutsuz olacağı düşünülen kadınlar geleneksele ve sözde doğasına davet edilir. Oysaki mutsuzluk tam da gelenekselliğin içine sıkıştırılmış, başkasının ücretli emeğine bağımlı kılınmış, emeği değersizleşmiş, tek düze bir yaşamın içinde ve buna hapsedilmiş içselleştirilmiş kadınlık normunda saklıdır.
Bu nedenle geleneksel ev kadınlığı tekrar tekrar topluma pompalanırken ev kadınlığının temel esasını ve kadınlara neyi vadettiğini hatırlamakta fayda var. Ev kadınlığı bugün belirtilenin aksine bize mutlu, güzel giden bir yaşamı anlatmıyor. Aksine feda edilmiş bir yaşam üzerinden kimliği yok edilmiş, emeği değersizleştirilmiş, görünmeyen, boşluk ve yalnızlığa düşen kadınları anlatıyor. Bu sebeple, kadınlığın doğası kurgusunun ardındaki kadınlık idealinin aksine normları yıkmak, geleneğe isyan etmek bir yaşamı yeniden inşa etmektir.
Kaynaklar
Requiem for a Dream. Yöneten: Darren Aronofsky. 2000.
Friedan, Betty. Kadınlığın Gizemi. Çeviren Tahire Mertoğlu. İstanbul: eyayınları, 1983.
Gittins, Diana. Aile Sorgulanıyor. Çeviren Tuna Erdem. İstanbul: Pencere yayınları, 1991.
Meulenbelt, Anja. Feminizm ve Sosyalizm. Çeviren Erman Demirci. İstanbul, 1987: Yazın yayıncılık, 1987
Michel, Andree. Feminizm. Çeviren Şirin Tekeli. İstanbul: İletişim yayınları, 1993.
Rowbotham, Sheila. Kadın Bilinci Erkek Dünyası. Çeviren Şükrü Alpagut. İstanbul: Payel yayınları, 1987.
Sancar, Serpil. Erkeklik: İmkansız İktidar-Ailede, Piyasada ve Sokakta Erkekler. İstanbul: Metis yayınları, 2009.
Fotoğraf: T24