(Gülşen, 6 Şubat depremini Hatay’da yaşadı. Yıkılan evinden kendi başına çıkmayı başardı. Kaybettiği yakınlarını defnettikten sonra Mersin’e gitti. 20 Şubat depreminin ardından Antakya’ya döndü. Bir çadır ve bulabildiği birkaç parça eşyayla yaşamaya devam etti. Sonrasında iş bulabilmek, düzen kurabilmek için çok uğraştı. Yaşadığı süreci parça parça anlatmaya devam ediyor.)
21 Şubat sabahıydı Mersin’den Antakya’ya dönüşümüz. Benim ve ablamın doktorda randevusu vardı. Bizim için hayati bir durumdu ama biz daha fazla Mersin’de durmak istemedik. 2015 yılında böbrek nakli yapmıştık, ablama böbreğimi vermiştim. Bundan dolayı ikimizin de bağışıklık sistemi zayıftı. 6 Şubat depreminden sonra bir hafta dışarıda, sağlıksız koşullarda kalmıştık. Doktora gidip kontrollerimizi yaptırmamız gerekirdi, yapamadık.
Erkenden otobüse binip Defne’ye doğru yola çıktık. Normal zamanlarda dört saatlik bir yoldu ama biz Defne’ye akşam üstü yetiştik. Memlekete dönmek mi iyiydi yoksa orada kalmak mı, bu kararı halen verebilmiş değilim. Çok garip hissediyordum, başarısız ve korkak hissediyordum. Mutsuzdum. Oysaki bunlar çok insani duygulardı. Bu duygularım zamanla hafifleyecekti. Bunu bile bile kendimi sakinleştiremiyordum, kötü hissediyordum.
Gurur yapacak durumda değildim
Yol boyunca ablamla göz göze gelmedik. İkimiz de dışarıyı izliyorduk. Onun da benim gibi, Defne’ye döndüğümüzde ne yapacağımızı, kime sığınacağımızı düşündüğünden emindim. Telefonum çaldı. Arkadaşım hatırımı sormak için aramıştı. Ona bir çırpıda olanları, yolda olduğumu ve kalacak yerimin olmadığını anlattım. Bana kendi çadırını verebileceğini, kendisinin ise abisigille kalabileceğini söyledi. Gurur yapacak durumda değildim. Hemen kabul ettim, zaten beton olan bir binanın içine geçip uykuya dalabilecek durumda değildim. Evleri yıkılanlar, evleri sağlam olanların yanına sığınmıştı. Evler çok kalabalıktı. Hem kime “Sizde kalabilir miyiz?” diyecektik ki?
Sevinmiştim, çadırda güvende hissedeceğimi düşündüm. Artık uyuyabilecektim. Deliksiz, huzurlu bir uyku paha biçilemezdi. Telefonu kapatınca dışarıya ilişti gözüm. Eve yaklaşmıştık. Belen’den inmiş Antakya topraklarına gelmiştik. Böylesi bir görüntü, kıyamet konulu filmlerde bile yoktu. Evlerin çoğu yıkılmıştı. Ayakta duranların ise bırakın içine girmeyi, yanından geçilmesi bile çok tehlikeliydi. Her an düşecekmiş gibi görünüyorlardı. Depremin ilk haftası yaşadıklarım geldi aklıma. İnsan en çok çaresizliğine ağlarmış. Gözyaşlarım yine dökülüverdi. Ablam da bu anı bekliyormuş. O an göz göze geldik. Gözyaşlarımızla birlikte yolumuza devam ettik.
Nahif insanın acısı da büyük olur
Defne’ye yetiştiğimizde akşamüstü olmuştu. Bundan sonra yaşayacağımız yer burasıydı. Yaşam alanı oluşturup, hayata devam etmemiz gerekiyordu. Durdum. Etrafa bakındım. Kalakaldım. Ablam seslendi. “Aileye selam verelim, ne yapacağımıza öyle karar verelim” dedi. “Olur” dedim ve aileye doğru yürüdük. İlk olarak Sibel yengeme uğradık, selamlaştık. O an telefonum yine çaldı. Arayan, kendi çadırını söküp bize getiren arkadaşımdı. Hemen kalkıp çadırı kuracağımız yere doğru yürüdük.
Bahçede babadan kalma, çok eski, çatısı kiremit olan bir evimiz vardı. Ev üç parsel içindeydi. Yani üç ortaklı bir evdi. Evin çatısı deprem günü düşmüştü. Elektrik yoktu ama su vardı. Bu da bizim için güzel bir artıydı. Çadırı evin önüne kurup evin suyunu ve elektriğini kullanmayı planladık. Arkadaşım çadırla birlikte koli dolusu bisküvi, kek ve çikolata getirmişti. Mutluluk vericiydi. Ne kadar düşünceli, güzel insan diye düşündüm. Bu durumda bile etrafındaki insanları düşünüp elinden geleni yapmaya çalışıyordu. Oysaki içten içe çok acı çekiyordu. Abisi, yengesi ve gencecik yeğenini enkazdan kendi elleriyle çıkarıp gömmüştü. Bu kadar nahif bir insanın acısı da büyük olur.
Bize çadırı kurdu, öyle gitti. Biraz daha güvende hissediyordum. Bu sefer de içinde uyuyabileceğimiz yatakları ayarlamamız gerekiyordu. Aileden çekyat, battaniye, yastık istedik. Alabildiklerimizi çadıra getirdik. Çadır yaşanacak hale gelmişti. Tek sorun çadırın fermuarı bozulmuştu. Uykudayken içeri hayvanlar girip bizi rahatsız edebilirdi. Ne yapacağımızı düşünürken evin sineklik kapısı gözüme ilişti. “Olur” diye düşünüp sinekliği söktüm, çadırın kapısına yapıştırdım. Hava çok soğuktu, üşüyeceğimizi biliyordum. Kalın çarşafı sinekliğe yapıştırdım, çadır için koruyucu kapımız olmuştu. En azından içeri rüzgâr esmeyecekti.
Kendimi ancak uyurken sıcak tutabildim
Ablamın oğlu ve eniştem bizimle Mersin’e gelmemişlerdi. Defne’de kalmayı tercih etmişlerdi. Gelen yardımlardan elektrikli soba ve kuru bakliyat alabilmişlerdi. İyiden iyiye karanlık çökmeye başlamıştı. Yemek pişirelim dedik. Kuru bakliyat vardı ama tencere, tabak, kaşık gibi mutfak eşyamız yoktu. Yine Sibel yengeye düştü işimiz. Depremden sağlam kalan mutfak eşyalarından birazını aldık. Tam kapıdan çıkarken “Nasıl yemek yiyeceksiniz?” dedi. “Bari şu masayı da alın, sandalye de alın” dedi. Canımıza minnet. Verdiği her şeyi aldık. Yemeğimizi pişirip onu yiyebileceğimiz eşyalarımız olmuştu. O akşam ne pişirdiğimizi hatırlamıyorum; ama kek ve bisküvileri markasından neyli olduğuna kadar hatırlıyorum.
Birkaç saatte birçok sorunumuzu çözmüştük, depremler dışında. Deprem bazen saatte, bazen iki saatte, bazen de üç saatte bir oluyordu. Her seferinde ilk günkü gibi korkuyordum. Bu yeni duruma alışmak zor olacaktı. Ama depremden öleceksem burada olsun istedim. Başka şehirde olmasını istemedim.
Uyku vakti gelip çatmıştı bile. Çadırda üç kişi kalıyorduk. Ben, ablam ve oğlu. Elektrikli soba ile ısınmaya çalıştık. Soba yetersiz kalmıştı. En son pes edip uyumaya karar verdim. Bu şartlarda bu da kolay olmayacaktı. İki kat giysi, mont, çorap ve bere ile uykuda ancak kendimi sıcak tutabildim. Uykuya daldığımda artçı depremler iki üç saatte bir varlığını hissettirmeye devam etti.
Fotoğraf: Bahar Gök (Temsilidir)
*Bu haber RLS ve Kadınİşçi işbirliği ile yapılan Depremden Etkilenen İllerde Kadın Emeği araştırması kapsamında yazılmıştır.