Ağustosun son haftası Kadınİşçi ile harika bir buluşma yaşadık. Beş günlük bir eğitim kampında Türkiye’nin farklı illerinden, farklı işkollarından (metal, gıda, elektrik, tekstil, akademi, reklam, kimya, gazete, belediye, vs.) kadınlar bir araya geldik ve birbirimizin olağanüstü öyküleri kesişti. Kampın kendisi, farklı kadınlık hallerimizin buluşup iç içe geçmesi feminizmin canlı bir özetiydi.
Eğitimin ana başlıkları kadın emeği, sendikalaşma; toplu iş sözleşmesi (TİS) süreçlerinde, sendikalarda kadınların emeği/ihtiyaçları/erkek bakışının kaybettirdikleri, hukuki haklarımız, işçi sağlığı ve iş güvenliğinde (İSİG) toplumsal cinsiyet, ILO 190 ve yazma deneyimlerimizdi. Bazı deneyimler ve manifesto gibi aktarılan mücadelelerin bir kısmını yazamayacağım, leziz bilgiler olarak kalbimdeki yerlerini aldı. Kamp bazılarımız için kocalardan, babalardan, çocuklardan, depremde yıkılmış kentlerden, herhangi bir bakım emeği vermek zorunda olmaktan uzak ilk tatildi. Dolunay altında, deniz kenarında bağıra bağıra şarkılarımızı da söyledik, dans da ettik, kahkahalar da attık, yeri geldi sarılıp ağladık… Modern bir cadı ayini… 🙂
Kamp başında tanışırken çeşitli işkollarından “mavi-beyaz” yakalı işçi kadınlardık, sohbetler ilerledikçe bu yapay ayrımın anlamsızlığı daha da belirginleşti. Dahası beyaz yakanın tarihsel bir kandırmaca ile kendisini işçi olarak görmemesine bağlı olarak, şirkete bağlılık, kreatif bir işin zaten fıtratında kendini adamışlık gerektiğine olan inanç gibi sistemin ürettiği sebeplerle haklarından ne kadar uzağa düştüğüyle de yeniden yüzleştik.
Sınıf mücadelesinde feminizm nereye düşüyor?
En başta söyleyeyim, tam kalbine… 🙂 Bazen de sınıfı bölmek gerekir, bunun adı bölünmeyse. Bazı siyasetlerin kalkıp feminizmi emek alanından kopuk ilan etmesinin de kadın işçilerin mücadelesinde herhangi bir yeri yok. Emek mücadelemizi de, hane içinde görünmeyen emeğimizi de, cinselliğimizi de, kimliğimizi de birlikte konuştuğumuzda bütünlüklü bir siyasete ulaşıyoruz. Bizlerin deneyimleri burada ortaklaşıyordu.
Tekstil sektöründen bir arkadaşımız fabrikadaki ücretler, doğuran kadınların izinleri, kreş hakkı, taciz/mobbing konularında verdiği mücadelelerini anlatırken, “Nasıl örgütlendiniz?” sorumuza karşılık “E sinirden, insan dayanamıyor, biz de örgütlenip aldık haklarımızı” deyiverdi; sonra ekledi: “İK’daki kadın da feministti neyse ki…” Sonra “Ben feminizm ne demek bilmiyorum, ama…” diye başlayıp fabrikadaki kadın mücadelesinden bahsedince hepimiz ağzı açık dinledik; söylediği, yaptığı her şey feminizmin vücut bulmuş haliydi zaten. “Aşkım sen feministsin işte düpedüz” cümlesi çıktı ağzımdan.
Kadınlar TİS süreçlerinde hem sendikayla hem de erkek işçilerin kadın sorunlarını tali görmesinden kaynaklı bir de onlarla mücadele etmek zorunda kaldıklarını paylaştı. Kadın ve erkek işçi birlikte işe gitmelerine rağmen eve döndüklerinde tüm yeniden üretim emeğinin kadınlarda olduğunu da… İşyerlerinde taciz girişimlerine karşı durunca en ağır birimde ya da tacizin daha çok yaşandığı gece vardiyasında görevlendirildiklerini de ve şikâyet edilen erkeğin (işçi ya da patron) işe devam ettiğini ve kadının işten çıkarıldığını da…
Kadınların ağırlıklı çalıştığı işkolları gerçekten az tehlikeli mi?
Kampın bir tam gününde işyerinde maruz kaldığımız mesleki hastalıklar ve işçi sağlığı iş güvenliğindeki erkek egemen yaklaşımın sebep olduğu sorunları konuştuk. Ağırlıklı olarak kadınların çalıştığı işkolları “az tehlikeli” olarak nitelendirildiğinden, bunlar işçi sağlığı iş güvenliği istatistiklerinde, analizlerinde, araştırmalarında ya hiç yer bulmuyor ya da tali bir konu olarak görünüyor. En başta yasa, eğitim, risk analizlerinde işçinin üstü örtük olarak “belirli vücut ölçülerindeki bir erkek işçi” olarak görülmesinden kaynaklı işyerlerinde her türlü riske açık çalışıyoruz. İşçiye uygun işyerindense işe uygun işçi istihdam etmek sermaye için daha az masraflı sonuçta…
Peki, gerçekten erkekler daha ağır iş yaparken kadınlar daha basit işleri mi yapıyor? Kadınlar pozitif ayrımcılıkla mı bazı işkollarından uzaklaştırılıyor, yoksa o alan da erkeklerin olsun diye mi uzaklaştırılıyor? Melda Yaman “Yaşamı Üretmek: Bütüncül bir Feminist Teoriye Doğru” kitabında; ilk buğday tohumlarını ekerek tarımı başlatanların kadınlar olmasına rağmen sabanın icadıyla tarla sürmenin erkek işine dönüştüğü ve 2000’lerde Bafra köylerinde oldukça zahmetli olan tütün dizme işini kadınlar yaparken, makine icadı ile tütüne el sürmeyen erkeklerin bu alana el koyduğu örneklerini paylaşır. Diğer yandan, örneğin kadınların 19’uncu yüzyıl başlarında madenlerde çalışması yasaklanırken, birçok kadının erkek kılığına girerek madenlere inmeye çalıştığını da biliyoruz; çünkü bu alan için önlem almak yerine kadınları göndermeleri aslında bir alandan bizleri uzaklaştırma girişiminden başka bir şey değil. “Tehlikeli” olan işkollarını erkek işi olarak tanımlamak yerine, buralarda zaten tüm bedenlerde işçiler için bulunan tehlikenin analiz edilip giderilmesi gerekiyor. Kadınlar İSİG’e konu edildiğinde de sadece annelikleri ve gebelikleri üzerinden konu ediliyor. Özgün ihtiyaçlar ve sorunlar değerlendirilmiyor.
Kadınİşçi kampında kadınların ve LGBTİ+’ların maruz kaldığı işçi sağlığı ve iş güvenliği sorunlarından bahsettikten sonra harika çizilmiş bir maket üzerinde işkollarımızı ve sürekli olarak yaşadığımız sağlık sorunlarını işaretledik. Maket doldukça birisi seslendi: “Bahar daha çok işaretleme, içimiz karardı…” İSİG önlemlerinin, yaklaşımlarının cinsiyetsizleştirilmesinin bedelini biz kadınlar, ömür boyu meslek hastalıkları ile ödüyoruz.
‘Boyun ağrısı politiktir’
Bu cümleyi Necla kurdu. Hepimizin tek tek çıkıp işaretlediği maket tamamen doldu. Saçlarımızdan ayak parmaklarımıza kadar meslek hastalığımız var. Metal işkolunda erkeklerin alınları açık diye durmak istemedikleri, üstten ısıl işlemi olan bir alanda çalışan kadınların dökülen saçlarından, uygunsuz ama koruyucu denilerek verilen ayakkabılara bağlı kemik ağrılarına, nasıra; gıdada soğuk alanda çalışmaktan kaynaklı idrar yolu enfeksiyonlarından, hizmet sektöründe sürekli ayakta durmaktan kaynaklı varislere; dikimhanedeki işitme kaybından, çağrı merkezi ve okullarda sürekli konuşmak zorunda kalmaktan kaynaklı faranjite; reklam-gazeteci-ofis çalışmasında sürekli bilgisayar başında olmaktan kaynaklı bel boyun ağrılarından, arşiv-kütüphane çalışanlarının tozlu ortamdan ve sayfa çevirmekten kaynaklı yaşadığı egzama ve arpacığa… Hemen tüm vücudumuz sağlıksız. Tüm işkollarında neredeyse ortak olan ayak, bilek, bel ve boyun ağrısı; baş bölgesinde özellikle gözlerde ve başta ağrı. Farklı işkollarından da olsak mesleki hastalıklarımız da o kadar ortaktı ki. Dahası hemen hemen hepimizde ortak olan bir şey daha vardı: Stres, buna bağlı mide bozuklukları, depresyon.
Bunları konuştukça birçok arkadaş bu ağrıların meslek hastalığı olduğunu daha önce düşünmediğini ve bundan sonra hem iş arkadaşlarına hem de sendikal örgütlenmede bu konuya dikkat çekmek istediklerini paylaştı. Bir arkadaşımız “Yalnız olmadığımı biliyordum ama burada birlikteyken yeniden farkına vardım” diyor ve ekliyordu: “Farkında da olsam kendimize bakmaya zamanımız yok ki…”
Özetle “tehlikesiz” görünen işkollarımızda, hemen hepimizin sağlıklı olmaktan ne kadar uzak olduğumuzla da yüzleşmiş olduk.
Hasta-doktor gizliliğinin işyerinde ihlali
Kampta sohbetlerimiz sürerken birçok kadın işçi, meslek hastalığı kesinleştiğinde bunun sağlık siciline eklendiğini ve verimliliğiyle ilgili kendisine bir ömür biçildiğini söylüyor. Bu yüzden doktora gitmediklerini, siciline bir hastalık işlenmesindense çözümü aktarda aradıklarını paylaştılar. Dahası sağlık raporlarının işçi ile paylaşılmadığını ancak bir sorun varsa doğrudan işverenle paylaşıldığını anlattılar.
Bir arkadaşımız işyerinde kapalı kimlikli bir trans erkek işçinin yaşadığı apandisit ameliyatı sonrası bilgilerin işyeri hekimine gittiğini ve bu ameliyatta kimliğini fark eden işyeri hekiminin bunu derhal işverenle paylaştığını ve ilgili işçinin hemen işten çıkarıldığını anlattı.
İşyerlerinde kadın, LGBTİ+, göçmen işçilerin maruz kaldığı ayrımcılık üzerine de uzun uzun konuştuk.
Sözlerimizi birlikte kuracağız
Kampta birbirimizin mücadele öykülerini dinledik, hepimiz birbirimize bir sürü deneyim aktardı, e kamçılandık haliyle… Örgütlenme üzerine konuştuklarımıza burada odaklanmayacağım; ama kadının işçi sağlığı ve iş güvenliği konusunda birtakım önerilerimizi sıraladık: Araştırma-anketlerin yalnızca erkek işçiyi odağına almaması, yasaların dönüşümü, İSİG eğitimleri dolayısıyla İSG uzmanlarının yaklaşımının dönüşümünün ne kadar gerekli olduğu, risk değerlendirmelerinde önce kadınların dinlenmesinin ve İSİG siyaset ve stratejilerine dahil edilmesinin gerekliliği, sendikalarda bunun gündemleşmesi, bu konunun gündemleşirken sadece rapor olarak kalmaması, politikalara da yansıması, işyerlerinde İSİG kurullarının oluşması, buralarda kadınların temsil edilmesi ve işleyişe müdahale edebilmesi bu önerilerden bazıları.
Hem Kadınİşçi eğitim kampına dair söylenecek daha çok söz var hem de işçi sağlığı ve iş güvenliğinde toplumsal cinsiyet bakış açısına dair; bu öykü burada bitmiyor zaten, sözlerimizi birlikte kuracağız, bu konularda birlikte bilgi üreteceğiz ve örgütleyeceğiz.
Sözlerimi de kampın finalindeki harika bir benzetmeyle bitirmek istiyorum; söz bana ait değil, ben sadece bu harika tasvirin aktarımını yapıyorum: “Buradaki birlikteliğimiz, mücadelemiz bir deniz gibi. Ben yüzme bilmiyorum, deniz de bana yabancı; ama burada birlikte suya girdiğimizde ‘Bana güven, şimdi ellerini bırakabilirsin’ demişti bir arkadaş. Ben bu mücadele denizinde birlikteliğimize ve birbirimize güveniyorum ve ellerimi bırakıyorum…”
Ve sonra sarıldık, ağladık ve dağıldık dört bir yana; öykülerimizi yaymak, bu denize daha birçoklarımızı katmak için…