Le Monde Diplomatique yazarlarından Mona Chollet’nin Türkçeye ilk çevrilen kitabı olan Bugünün Cadıları; Kadınların Yenilmez Gücü (Çev: Z. Hazal Louze, İletişim Yayınları, 2020), 15’inci yüzyıldan 18’inci yüzyılın sonlarına kadar gerçekleşen cadı avının bugünkü dünyayı biçimlendirdiğine dikkat çekmekteydi. Chollet, kitabında cadıların direnişini anlatıyordu. Chollet’ye göre cadı avları kadınlara karşı savaştı ve eğer cadı avları gerçekleşmeseydi, muhtemelen çok farklı toplumlarda yaşıyor olacaktık.
Kitabında yazar, cadılığı sahiplenen, baskılara direnen kadınlardan örnekler vererek, “yakamadıkları cadıların torunları” olan tüm kadınları cadı olmaya davet etmekteydi. Chollet’ye göre cadılıkla suçlanan kadınlar, daha çok bağımsızlığından ödün vermeyen, bekâr kalmayı seçen yani erkek egemen sistemin dışında kalan kadınlardan oluşuyordu. Cadı avlarının yaşandığı dönemde kadınlar üretim ve çalışma dünyasından menedildi, zanaat öğrenimi formelleştirilirken kadınlar meslek örgütlerinden dışlandılar (s.38). Bu da erkeklerin işine gelen bir durumdu şüphesiz.
Chollet’nin kitabında dikkat çektiği en önemli noktalardan birisi de kadınların yaşıyla ilgili antipati uyandıran (ya da korkulan) en önemli unsurun tecrübe oluşuydu. Sayısız yaşlı kadının odun ateşinde yakılmasının sebebi buydu (s.166). Yani tecrübeli, bilge kadından korkulması… Yaşlı kadınlardan tecrübeleri dolayısıyla çekinildiği gibi, yaşlanan kadın bedeni de gerçek bir iğrenme hissi uyandırıyordu (s.170). Vaazlarda ve pastoral şiirlerde yaşlı kadının şeytan gibi gösterilmesi, 16’ncı yüzyıldaki kadın kıyımına doğrudan sebep olan fiziksel iğrenme kodlarını inşa etmişti (s.172). Bu iğrenme kodları hâlâ geçerliliğini koruyor. Erkeği yani erkek özneyi yaratmak için kadınları öldürürler. Bu katliam bugün de devam ediyor.
Chollet kitabında, çocuk sahibi olmak veya olmamak gibi kararlarını özgürce söyleyen, türlü biçimlerde dillendirilen gençlik, güzellik dayatmasına karşı saçlarının beyazlamasını olgunluğun ve tecrübenin emaresi olarak gururla izlemeyi seçen kadınları, bugünün cadıları olarak adlandırır. Feminist olsun olmasın tüm kadınlara seslendiği kitabında, toplumun, cadıları ve ebeleri avlayarak kendisini nelerden mahrum ettiğinden, gelişime ve aktarıma dair nelere engel koyduğundan söz eder ve de hepimizi cadı olmaya çağırır.
‘Aşk’taki tuzak
Chollet’nin Aşkı Yeniden İcat Etmek; Patriyarka Heteroseksüel İlişkileri Nasıl Sabote Ediyor? (Çev: Z. Hazal Louze, İletişim Yayınları, 2023) isimli kitabı ise geçtiğimiz günlerde tam da Jane Birkin’in (1946-2023) yaşama veda ettiği günlerde yayımlandı. Daha doğrusu ben, tam da kitapta onunla ilgili bölümü okurken Birkin’in yaşamını kaybettiğini öğrendim. Kitap ünlü çiftlerin ilişkilerinden örnekler vererek patriyarkanın heteroseksüel ilişkileri nasıl manipüle ettiğini, kadınları nasıl ikincilleşmeye mahkûm ettiğini anlatıyor. Kitapta yazar, Jane Birkin’in özel günlüğünden (1957-1982) yola çıkarak John Barry, Serge Gainsburg gibi sevgilileri karşısında onun ne kadar da kırılgan olduğunu gözler önüne seriyor (s.79-82). Çok da bildiğimiz bir durumu şöyle özetliyor Chollet:
“Her şeyden önce kişiliğiyle, kendine ait dünyasıyla, projeleriyle, fikirleriyle, başarılarıyla var olan bir kadın, bazı erkekleri ürkütme riski taşıyor.”
Jane Birkin, hep kimliğine dair bir belirsizlik içinde yaşadığından söz eder. Hatta Derya Gürsel’in Jane Birkin’in haberini yaptığı yazının başlığı da “Jane Birkin Hayatı Boyunca ‘Kendisi Gibi’ Olabilmek İçin Çabaladı”dır (Oksijen Gazetesi, 21-27 Temmuz). Heteroseksist patriyarkal sistem içinde hangi kadın, kendinden beklenenle kendi kimliğine sahip olma arasındaki çelişki içinde salınmak gibi bir durumdan azade diye sormamak mümkün mü?
Kitapta, heteroseksüel ilişkilerin kadınların bedenlerinde ne gibi arızalara yol açtığından ayrıntılı bir biçimde söz ediliyor: Kadınlardan beklenen mutlak özveri, yumuşaklık ve empati emaresi olan gülümseme mecburiyeti, seslerini değiştirmelerine neden oluyor ve de bu durum, kadınların ses tellerinin kısılmasına yol açıyor (s.64). Fazla kaslı olmamak, dozu ayarlamak için kadınların erkeklerden farklı spor alanları seçmeleri gerekiyor (s.65); kadınların fazla uzun ve hacimli olmamaları (s.66) için tavsiyeler veriliyor. Kadınlarda seks pozisyonunun toplumsal pozisyon ile çelişkide olma riski yüksek oluyor (s.74).
Kitapta ırkçılıkla cinsiyetçilik arasındaki ilişkiye de değiniliyor. Asyalılar (kadın ve erkek) sözde mahcup, sakin, itaatkâr, özleri gereği kadınsı stereotip şeklinde değerlendiriliyorlar; bu da Asyalı kadınların çifte kadınsılaştırılması anlamına geliyor. Aksine siyahlar ise sözde agresif özleri gereği erkeksi stereotip şeklinde değerlendiriliyorlar (s.95). Irkına indirgenmiş çok sayıda kadın, kendisinden önce de sadece onun ırkından kadınlarla birlikte olmuş erkeklere güvenmemeyi ve bu “zevklerini” yüksek sesle ve güçlü bir şekilde dile getirip, kendilerine yanaşanlardan kaçtıklarını dile getiriyorlar (s.97). Erkekler ise batılı kadınların özgürleşmesinden usandıklarını, Asya’da kadınların özgürleşmesi tehlikesinin henüz olmadığını, kadın-erkek ilişkilerinin henüz mahvolmadığını, Tayland’da kadınlar ve erkekler arasında daha doğal, daha cinsiyetçi bir ilişki olduğunu söylüyorlar (s.100).
Heteroseksüel ilişkiler içinde “aşk”ı tartışmaya açan yazara göre aşk, 1791’e kadar, suçların hafifletici sebebi olarak tanınmaktaydı. Ancak kamuoyunda “tutku suçu” kavramının ortaya çıkmasıyla hukuki metinlerden kaldırılır. Basın ise “tutku suçu” kavramını hafifletici neden olarak görmeye devam etmektedir (s.145).
“Aşk”taki tuzağı fark etmemiz, sesimizi yitirmememiz, kimliğimize sahip çıkmaya çalışmamız, silkinmemiz, başkaldırmamız ve cadılıktan vazgeçmememiz, önemli olan…