ABD emek hareketinden iki şahane kadın İstanbul’daydı: “Trump cinsel taciz faillerine önemli görevler verdi”

DİSK’in aracılığıyla(*) Türkiye’ye gelen ve içinde yer aldıkları ABD işçi hareketine 50 yılı aşkın süredir emek veren iki şahane kadın; Barbara Garson ve Jane Slaughter Kadınİşçi bürosuna da uğradılar. Onlardan Vietnam Savaşı karşıtlığından emek yazımı ve gazeteciliğine mücadele dolu yaşamlarını oradaki sınıfın deneyimlerini dinledik.  Eylemi burada da ihmal etmediler.
Paylaş:
Pınar Erol
Pınar Erol
erol_pinar@hotmail.com

Barbara Garson Vietnam Savaşı karşıtı hareket içerisinde ve emek hareketinde hem bir yazar hem de bir militan olarak yer almış önemli bir isim. Her biri etkili olmuş dört kitabı ve tiyatro oyunları var. 

Jane Slaughter de yine aynı dönemde savaş karşıtı hareket içerisinde siyasallaşmış, sosyalist olmuş, üniversiteyi bitirdikten sonra siyasal grubunun yönlendirmesi ile sendikalı bir işyerinde işçi olarak başladığı yolculuğu ağırlıklı olarak LaborNotes/Emek Notları (www.labornotes.org) isimli bağımsız işçi yayını faaliyetinde devam etmiş bir isim. 

Barbara’nın 1966 yılında yazdığı tiyatro oyunu Macbird ABD’de çok etkili olmuş bir tiyatro oyunu. Vietnam Savaşı sırasında, savaş karşıtı hareket içerisinde yazılmış olan oyundan ABD’de 60’larda sahnelenen en tartışmalı oyunlardan biri olarak bahsediliyor. Önce Garson’ın öğrenim gördüğü Berkeley’de bir savaş karşıtı öğretim etkinliği için tasarlanmış. Bu üniversitedeki bir matbaada basılan oyun New York’ta sahnelendiği 1967’ye kadar 200 binden fazla kopya satmış. Oyun o günden bu yana dünya çapında 300’ün üzerinde yerde oynanmış ve yarım milyondan fazla kopyası satılmış.

Barbara’ya söyleşimizin sohbet kısmında daha yirmili yaşlarda bu kadar etkili olmuş bir tiyatro oyununu nasıl yazabildiğini sorduk. Gülerek “yirmili yaşlarda şimdikinden daha akıllıydım” diyerek cevap verdi. 

Jane hemen hemen ömrü boyunca ABD’de işçi hareketine katkı vermek üzere yayınlanan bağımsız bir yayın olan Labor Notes’a emek vermiş. İstanbul’dan ABD’ye dönüşünde İstanbul ziyareti sırasında edindiği izlenimleri de yine Labor Notes’da yayınlanan bir yazısında kaleme aldı. Yazı “Türkiye, tüm yetkilerin Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın elinde toplandığı bir sisteme geçtiğinden beri emekçilerin başına gelenler, diğer ülkelerdeki işçiler için kırmızı alarm niteliğinde bir uyarı olmalıdır” cümlesiyle başlıyor.

https://labornotes.org/2025/06/take-it-turkish-workers-you-dont-want-strongman

Barbara da ve Jane de ne zaman tanıştıklarını hatırlamıyorlar bile. 15 yıl kadar önce olmalı diyorlar. Barbara “İlk o benimle röportaj mı yaptı, yoksa tersi mi oldu bilmiyorum” diyor gülerek. 

Bu iki dost İstanbul’a yaptıkları bir aya yakın süren ziyaretlerine gelmeden DİSK ile irtibat kurmuşlardı. Biz kendileriyle Kadın İşçi olarak DİSK yönetimi ile yaptıkları bir görüşmenin ardından Kadıköy’deki büromuzda bir araya geldik. Devamındaki günlerde de aklımızda kalan soruların yanıtlarını bulmak için kendilerine ulaştık.

Jane bize kendisinin de Barbara gibi Vietnam savaşı esnasında siyasallaştığını ve sosyalist olduğunu anlattı. İnsanları sendikalaşma mücadelesi verilen, sendikal örgütlülüğün olduğu işlere yönelmeye teşvik eden bir sosyalist örgüte katılmış. Ve üniversiteyi bitirdikten sonra Detroit’te otomotiv sanayinde bir işe girmiş ama kısa süre sonra, bir iş bırakma eylemine destek vermesinin ardından işten çıkarılmış. Aynı dönemde de Labor Notes kurulmuş ve Jane de bu bağımsız işçi gazetesi için çalışmaya başlamış. Bir dönem ara vermiş olsa da 1979’dan 2014’e kadar bu gazetede çalışmış. Tüm bu süre boyunca da daha fazla mavi yaka işçilerle ilgili haberler, makaleler kaleme almış. 

Barbara ise bize kendisini şöyle anlattı:

Ben bir öğrenci militandım. Ben de Jane gibi sosyalist olduğum için emekle ilgilendim. Ama ben daha çok bu konuda yazdım. İnsanlarla işleriyle ilgili röportajlar yaptığım ve onların hikayeleri aracılığı ile nasıl ABD’de çalışma koşullarının gitgide daha kötü hale geldiğini açıklamaya çalıştığım kitaplar yazdım. Ya da otomasyonun nasıl insanları daha az nitelik sahibi hale getirdiğini anlattım. Ama ben bunu insanların işlerini anlatmaları yoluyla yaptım. Yani ben bir yazarım, ben emek hakkında yazdım. Temel olarak söyleyecek olursam benim emek hakkında kitaplarım var. Ve aynı zamanda oyunlar da yazıyorum.” 

Barbara 2013 yılında yazdığı bir kitabında ABD’de 40 yıl boyunca işçi sınıfının hayatının, çalışma koşullarının nasıl değiştiğini incelemiş. Ona bu değişimin kadınlar açısından nasıl yaşandığını sorduk. Şöyle yanıtladı:

Genel anlamda ücretler düştüğünde ve çalışma saatleri arttığında, kadınlar, özellikle de kendilerini ve çocuklarının geçimini sağlayan kadınlar açısından da bu aynı şekilde sorun teşkil edecektir. Ama kadınların hangi işlere girebildikleri açısından bakacak olursak, bu ABD’de şüphe yok ki iyi yönde değişti. Jane işe girdiğinde otomobil sanayi kadınların çok girebildiği bir sektör değildi ama şimdi değişti. Şu anda Amerika’da avukatların yarısından fazlası kadın, üniversiteye gidenlerin yarısından fazlası kadın. Tabii bu artık üniversite mezunu olmak çok bir para kazanmayı sağlamıyor anlamına da gelebilir ama….” 

Geleneksel olarak erkeklerin çalıştığı sektörlere ilk olarak girdiklerinde kadınlar buralarda taciz edilmişler. “Kadınlar belli fabrikalara ilk kez girdiklerinde diğerleri onların ayağını çelerdi, böyle şeyler yaşandı en başta. Şimdi ise buralarda bir ölçüde işler kadınlar ve erkekler için aynı, ne diyebilirim ki? Kötü; ama herkes için kötü! Ama kadınlar şimdi bu kötülüğü epey eşit paylaşabiliyorlar.” diyor Barbara. Kadınların işle ilgili sorununun onların çalışırken aynı zamanda evdeki her şeyle ilgilenmek durumunda olmaları olduğunu söylüyor. 

Şu da bir gerçek.” diye anlatıyor: “Belli sektörlere kadınlar işçi olarak girmeye başladıklarında bazı sendikalar onlara en başta fazla da yardımcı olmadı. Örneğin New York’ta inşaat sektörü.” 

Burada Jane söze giriyor. “Şu rakam benim açımdan ilginç olmuştur,” diyor. İnşaat işçileri sendikaları içerisinde kadın üyelerin oranı hiçbir zaman yüzde 2’nin üzerinde olmadı. Tüm bu yıllar boyunca kadınların da bu işlere girmesini teşvik etmek için bu kadar çok program uygulandı. En başlarda çok berbat tacizler oldu, felaket şeyler yaşandı. Ama hala sadece yüzde 2 kadın var. Bu ne anlama geliyor bilemiyorum, emin değilim.” 

“Bilgisayar otomasyonu öncelikle birçok kadın işini ortadan kaldırdı”

Jane bir diğer konuyu açıyor ve kadınların eskiden yaptığı büro işlerinin birçoğunun artık mevcut olmadığının altını çiziyor. “Erkekler artık yazılarını kendi bilgisayarlarında yazıyor, değil mi?” diye soruyor.

Barbara söze giriyor ve “Ben bu konuda çok yazdım,” diyor. “Otomasyonun nasıl gelip, bilgisayar otomasyonunun, öncelikle birçok kadın işini ortadan kaldırdığını… Daktiloya çekmek, telefonla yanıt vermek… Şimdi bu tür şeyleri herkes kendisi yapıyor. Önce bu gelişmeler çalışanların da lehine olacak, çalışanlar daha nitelikli hale gelecekler dendi ama öyle olmadı. Şu anda bir uçak bileti alırken kendi bilgilerinizi kendiniz giriyorsunuz. Ve birçok kadın işi ortadan kayboldu. Belki bunlar çok yüksek ücretler kazanılan işler değillerdi ama şimdi ortadan kalktılar. Diğer yandan kadınlar sanayi sektörlerinde çalışmaya başladılar.” 

Amerikan işçi sınıfında kadınlar açısından nelerin değiştiğini anlatmaya devam ediyorlar.

Barbara, “ABD’de eskiden bir sendikalı işçinin ücreti ailede bir kişinin çalışıp diğeri çalışmadan o aile bir ev ve bir araba alabilir ve çok zengin olmasalar da bu şekilde yaşamanın iyi bir yaşam olduğuna karar verebilirler anlamına gelirdi. Ama şu anda büyük çoğunluk için bu mümkün değil. İşte 1970’lerden bugüne değişen şey bu. Yani bir kadın çocukları olduğunda evde kalmak ve çalışmamak isteyebilir mi? Şu anda böyle bir seçeneği yok. Eskiden böyle bir seçenek vardı. Bir kadının ben ücretli işte çalışmak istemiyorum demesi ile ilgili nasıl hissediyorsunuz bilmiyorum ama ABD’de şu anda eskiden sahip olduğu bu seçeneği yok kadınların. Bu seçenekleri yok çünkü tüm koşullar herkes için geriledi.” 

Jane de Barbara’yı destekliyor ve “Evet bizim gençliğimizden bugüne kadınlar açısından olan en büyük değişiklik bu. Örneğin benim annem evin dışında hiç çalışmadı,” diyor. 

Barbara da kendi büyüdükleri zaman ile bugün arasında kadınlar için çok şeyin değiştiğinin altını çiziyor. “Ben büyürken annem bana ‘Olur da evlenmezsen, ne olur ne olmaz öğretmenlik oku. Allah korusun evlenmezsen ve kocan sana bakamazsa yaparsın’ derdi” diye aktarıyor. Jane de benzer şeyi kendi babasının da kendisine söylediğini hatırlıyor. Ama şimdi bu tutumların çok değiştiğini söylüyorlar. 

Barbara ve Jane’e ABD’de cinsiyetler arası ücret farklılığının önemli bir sorun teşkil edip etmediğini, sendikaların ve işçi hareketinin gündeminde olup olmadığını soruyoruz. 

Jane’in yanıtı bu konunun son yıllarda da o kadar da gündemde olan bir konu olmadığı yönünde. “Bu daha çok 1970’lerde ve 1980’lerde gündemdeydi. Bu dönemde kadınların maaşlarının nasıl artırılabileceği ile ilgili birçok tartışma yürütülüyordu. Örneğin bu işleri değerlendirerek mi yapılacaktı, mesela bir sekreter olmanın bir kamyon şoförü olmaktan daha fazla beceri istediğinin tespit edilmesi ile mi olacaktı? Yoksa kadın çalışanlar sendikalaşmalı mıydı, belki de çözüm yolu buydu.” diye aktarıyor. 

Ekliyor: “Şimdi bu konu neden o kadar gündemde değil, tam olarak bilemiyorum. Belki de yaşanan çok fazla sorun olduğu, gündemde olan çok sorun olduğu için. Ve şu da var, ücret uçurumu azaldı çünkü erkeklerin ücretleri düştü. 1979’dan bu yana olmuş olan değişim aslında bu.

Barbara ise şunları anlatıyor. “Eğitimli kesimin, profesyonellerin, daha yüksek ücretlerle çalıştığı, avukatlık büroları, tasarım, reklamcılık gibi sektörlerde ve bir iş için verilecek ücretin önceden ilan edilmiş olmadığı yerlerde, kadınlar işe girerken, iş görüşmesi yaparken ne kadar ücret isteyeceklerini bilemiyorlar. Buralarda yıllarca çalıştıktan sonra aynı pozisyonda çalışıp benzer işler yaptıkları erkeklerden önemli ölçüde daha az ücret aldıklarını öğrenip şaşırabiliyorlar. Feminist hareket daha çok bu daha üst segment dediğimiz ve dediğim gibi ücretin her bir çalışanla tek tek konuşulduğu ve duyurulmadığı işyerlerinde kadınların özgüvenini yükseltmek, daha fazla ücret talep etmelerini sağlamak üzerinde durdu. Bu kadınları eğiterek, onlara utangaç olmayın, daha fazla ücret isteyin, sizin yaptığınız iş de erkeklerin yaptığı kadar değerli dedi. 

Ama Jane’in örgütlenme yaptığı ve benim de üzerine yazdığım işyerleri herkesin maaşının bilindiği işyerleri. Buralarda kadınlar için konu bir ölçüde daha nitelikli işe girip giremiyor olmaları. Ama eğer o işe giriyorsan erkeklerle aynı maaşı alırsın. Sendikalı bir işyerinde maaş bilinen bir şeydir. Maaşlar için toplu pazarlık yapılır. Bir kadın kaynak ustası olursa, erkek kaynak ustası ile aynı ücreti alır. Sendikanın konusu o fabrikada bir kadının da kaynak ustası olarak işe girmek noktasında bir erkekle aynı şansa sahip olup olmamasıdır. Ama aynı işe girerlerse aynı ücreti de alırlar. Üst segmentte ise alınan ücretler üzerinde bir gizem yaratılır. Ve her halükarda bizim daha çok bildiğimiz alan sendikalı işçilerin alanı.” 

Barbara genel tabloyu şu şekilde özetliyor: “İyi mi bu kötü mü tartışılır. Ama bir seviyenin altında çalışmadan aileye bakacak bir koca bulmayı umamaz artık bir kadın. Ama diğer yandan onun yaptığı işe sen de daha büyük olasılıkla girebilirsin.” 

“Savunma bakanı cinsel şiddet faili”

Jane ve Barbara’ya işyerlerinde cinsel taciz olaylarının ne boyutta yaşandığını, genel olarak emek hareketinin ve sendikaların bunun önüne geçmek için neler yaptığını da sorduk. Elbette ABD özelinde.

Jane bu konuda “beni şaşırtan nasıl da cinsel taciz olayının hiçbir şekilde ortadan kaybolmadığı” diyor. Bu ne kadar yasa dışı ilan edilse de, defalarca kamuoyunda bu konu teşhir edilmiş olsa da adamlar bunu yapmaya devam ediyor. Görüyorsunuz birçok ünlü insanın yaptıkları şeyler yüzünden başları hep belaya giriyor. Aktörler, futbol oyuncuları gibi… İşyerlerinde de devam ettiğini düşünüyorum. 

Barbara burada araya girip, “Trump’un bir sonraki adımı ne olabilir, biliyor musunuz?” diye soruyor. “Şöyle diyecekler, “Güçlü olan, yeterli olan adamlar daha seksidir ve onları durduramazsınız!” Herhalde yakında böyle diyecekler. Dedikleri başka ne anlama geliyor ki? Ama bize şunu soruyorsanız, adamlar neden bunu yapıyorlar, bilmiyoruz.”

Jane araya giriyor ve “Ama şunu biliyoruz” diyor: “Trump cinsel taciz faili olarak bilinen kişileri hükümetinde önemli görevlere getirmek yönünde bilinçli bir çaba harcadı. Savunma Bakanı bir cinsel şiddet faili olarak biliniyor. Matt Gaetz de aynı şekilde. Dolayısıyla şu anda çok daha normalleşti. Bunu yapabilirsin ve yanına kar kalır denmiş oluyor.” 

Barbara ekliyor: “Bu sanki gerçek erkekler böyle olur” demek gibi bir mesaj. ‘Adam dediğin böyle olurgibi bir şey söylüyorlar. Elbette bu halen yanlış olarak görülüyor, yapılmaması gereken bir şey olarak görülüyor, insanların çoğu bunu böyle söyler. Ama şu anda hükümette öyle insanlar var ki! Rockefellar boşandığı için başkanlık seçimine girememişti. Gary Hart bir gönül ilişkisi olduğu için yine başkanlık seçiminde yarışamamıştı. Şimdi ise istediğini yapabilirsin.

Sendikalardaki cinsel tacizi de gösteren broşür

Jane ise şunu aktarıyor. Başından beri içerisinde yer aldığı Labor Notes’un çıkardığı ilk broşürlerden biri Cinsel Tacizi Durdurmak başlıklı imiş. Ve bu broşür çok yaygınlaşmış, çok gurur duydukları etkili bir yayın olmuş. 

https://labornotes.org/store/stopping-sexual-harassment

Jane anlatıyor: “Genel olarak şunu söyleyebilirim. Sendikaların içerisindeki kadınlar cinsel tacizi gündeme getirdiler, ele alınmasını sağladılar. Birçok sendika da kadın işçilere böyle bir olayla karşılaştıklarına ne yapmaları gerektiğini anlatan el ilanları ve benzeri yayınlar hazırlamışlardı. Ama sadece Labor Notes’un broşüründe aslında işyerindeki sendika temsilcisinin de cinsel tacizi yapan kişi olabileceği gündeme getiriliyordu. Ve durum buysa o zaman ne yapacağız, bunu ele alıyordu. Ama 1980’lerin başları için diyebilirim ki sendikalardaki kadınlar ve sendikalar bu konuyu ele aldı ve birçok şey yaptılar. Bundan önce ise bu olay için, bu davranış için bir isim yoktu. Sanki işe gidince, çalışınca bu olur gibi bir durum vardı.

Tam bu noktada her ikisi aynı olayın Türkiye’de nasıl yaşandığını soruyorlar. Başörtülü kadınların ne oranda ücretli işlerde çalıştıklarını ve onların da benzer olaylara maruz kalıp kalmadığını öğrenmek istiyorlar. Toplu sözleşmelerde buna yönelik maddelerin olup olmadığını merak ediyorlar. Bu konudaki gözlem ve bilgilerimizi aktarıyoruz. Sendika içerisinde yaşandığı duruma da örnek veriyoruz.  Örnek onlara da oldukça tanıdık geliyor. 

Daha sonra ise Barbara ve Jane’e politize oldukları döneme denk gelen Vietnam Savaşı karşıtı harekete dair de sorular soruyoruz. 

Barbara Vietnam Savaşı esnasında kahvehaneler kurduklarını ve kendisinin de bunlardan birinde çalıştığını anlatıyor. Şunları söylüyor: “Bizim ordu üslerimiz çok küçük kasabalarda konumlanmıştı. Mesela 10 bin piyade eğitimini ufak, ana akım bir kasabada alıyor olurlardı. Bizler buralarda, ordu üslerinin yakınlarında kahvehaneler kurduk. Bu kahvehaneler piyadelerin bir araya gelebilecekleri ve savaş karşıtı bir şeyler yapabilecekleri yerler haline geldi. Bizler onların gazete çıkarmalarına yardım ettik örneğin. Savaş karşıtı gazeteler çıkartıldı. Başları belaya girerse onlar için avukat bulduk. Dolayısıyla Vietnam Savaşı esnasında ben bunu yaptım. Amerikan askerleri ile, daha sonra pek çok savaş karşıtı çalışmalar yapan Amerikan askerleri ile birlikte çalıştım. Bunların çoğu da daha sonra işçi sınıfına dahil oldular zaten. Aslına bakarsanız tüm o savaş karşıtı hareket de 1960’larda nerede olduğumuz düşünüldüğünde bir gerilemeydi. O dönemler (60’larda) ülkeyi daha iyi bir yer haline getirmek için, onu sosyalist yapmak için çok daha iyi hazırlıklıydık. Çok idealisttik.”

.

Barbara ömrü boyunca hayatını kitaplar ve oyunlar yazarak kazanmış. Bu nasıl oldu, maddi zorluk çekti mi, kendisine bunu da soruyoruz. “Evet, gerçekten hayatımı yazarak kazandım!” diyor. “Öyle insanların çok umacağı kadar refah içerisinde olmasam da geçimimi böyle sağlayabildim.” (Jane burada araya girip “Yazdıkları o kadar başarılı oldu ki” diyor). 

Barbara ve Jane’in ikisinin de birer kızı var. Barbara’nın dört torunu ve üç de torun çocukları var. 

Jane çocuğu olduğunda Labor Notes’da çalışıyor olmanın kendisi için bir avantaj olduğunu anlatıyor: “Çünkü ‘şu anda günde dört saat çalışmak istiyorum’ diyebildim. Ve benim böyle çalışmama izin verdiler. Sonra günde beş saat, sonra altı saat çalıştım. Bunu yapabildim çünkü güzel bir çalışma ortamıydı.” 

Özel yaşamlarında, birlikte oldukları erkeklerle ev işlerinin, çocuk bakımının yüklerini paylaşmak konularında sorunlar yaşadılar mı? Barbara ve Jane bu konudaki sorumuza da samimiyetle yanıt verdiler:

Jane “Çok uzun zaman önceydi, bu yüzden anılarım tam olarak net değil” diyor ama şunları anlatıyor: 

Kızım 1988’de doğar doğmaz, üç aylık ücretli iznimin ardından yarı zamanlı olarak işe geri döndüm. Yıllarca yarı zamanlı çalıştım, saatlerimi yavaş yavaş artırarak sonunda tam zamanlı çalışmaya başladım. Yarı zamanlı çalışmak maddi açıdan zordu (eşim de düşük ücretli bir işte çalışıyordu), ama yine de bunun hepimiz için iyi bir karar olduğuna güçlü şekilde inanıyorum. Kızıma daha çok, ofise ise daha az zaman ayırabildiğim için çok memnundum.

Kızım yedi yaşındayken Labor Notes’tan ayrıldım ve 5,5 yıl boyunca serbest yazar olarak çalıştım, daha fazla para kazandım. Bu dönemdeki esneklikten de çok faydalandım—örneğin okul gezilerine gidebilmek gibi. Daha sonra Labor Notes’a geri döndüm.

Ev işleri konusuna gelince: Kızım çok küçükken, hayatımız boyunca sadece o dönemde bir temizlikçi tuttuk—parasal sıkıntımıza rağmen. Sanırım biri her iki haftada bir gelip birkaç saatliğine çalışıyordu. O dönemde buna değdiğini düşünmüş olmalıyız. Hâlâ büyük evimizde yapılması gereken çok iş var ve çoğu da yapılmıyor.

“Yedi yıllık eşim kızımız doğar doğmaz beni terk etti”

Barbara ise bu soruya yanıtında bekar bir anne olmanın hem yorucu hem de özgürleştirici olduğunu, diğer yandan da büyük bir sevinç kaynağı olduğunu söyleyerek başlıyor söze. Yedi yıllık eşi kızları doğar doğmaz onu terk etmiş. “Hastaneden eve döndüğümde, onun San Francisco sokaklarında 1960’ların hippi yaşam tarzını yaşamaya gittiğini öğrendim. Zihinsel olarak giderek kötüleşti ve bir daha toparlanamadı. O dönemde kullandığı uyuşturucuların onu kalıcı bir deliliğin eşiğinden öteye taşıdığına inanıyorum. Böylece tamamen yalnız kaldım.” diye anlatıyor.

Yazarlık ile tek başına yapılan ebeveynliği nasıl yaşadığını şöyle aktarıyor:

Yazarlık yaparak geçimimi sağladığım yıllarda New York’ta yaşıyordum. Kadın yazar arkadaşlarımın çoğunun çocuğu yoktu. Kitapları ya da makaleleri üzerinde gece gündüz çalışabiliyorlardı. Ama kızım okuldan eve döndüğünde, üzerimden bir yük kalkmış gibi hissederdim. Yanınızda bir çocuk varken yemek pişirebilir ya da bulaşık yıkayabilirsiniz ama yazı yazmak haksızlık olur. Diğer yandan masum bir kesinti bile bir yazarı mantıksız bir şekilde sinirlendirebilir. Bu yüzden arkadaşlarımın aksine benim çalışma günüm doğal olarak sona ermiş olurdu. Bu anlamda bir tür özgürlüktü.”

Barbara yine de kendini şanslı görüyor. “Orta derecede başarılı bir yazar olarak genellikle programımı ve teslim tarihlerini kontrol edebiliyordum—gerçi bu bazen daha az para kazanmayı göze almak anlamına geliyordu.” diyor. 

Oysa çalışan kadınların çoğunun programlarını kontrol edemediğini vurguluyor. Şöyle anlatıyor: “Aslında, ne kadar az kazanırsanız, değişken saatlere ya da geç mesailere o kadar hazır olmanız gerekir. Çocuğunuzun hasta olduğunu ya da özel ilgiye ihtiyaç duyduğunu patrona söylemeye cesaret edemezsiniz. Bekar bir annenin çocuğuyla geçirebildiği azıcık zamanda bile alışveriş, ev işleri, günlük angaryalar, faturalar ve acil durumlarla meşgul olursunuz; bu da insanın en çok ilgiye ve sıcaklığa ihtiyaç duyan kişiye yalnızca kısıtlı ve gergin bir dikkat gösterebilmesi anlamına gelir. Security (Güvence) adlı oyunlarımdan biri, bu tuzaktan zekice bir yöntemle kurtulan bekar bir çalışan anneyi konu alan bir komedidir.”

Barbara bekar annelik hayatına erkeklerle ilişkilerin nasıl yer aldığını da samimiyetle anlatıyor: “20 yıllık bekar annelik sürecimde, geçici olduklarını baştan bildiğim birçok erkek arkadaşım oldu. Hiçbiri kötü ya da istismarcı değildi. Sadece bana uygun değillerdi. Kızım neredeyse tamamen büyüdüğünde harika bir adamla tanışacak kadar şanslıydım. Kırk yıllık birlikteliğimiz boyunca onun ne kadar özel, nazik ve bana uygun biri olduğunu daha da iyi anladım. Şu anda 83 yaşındayım. O geçen yıl hayatını kaybetti. Bazı insanlar, doğru adamla tanışmamın sebebinin nihayet psikolojik olarak hazır olmam olduğunu söylüyor. Belki gerçekten bu kadar zaman geçmesi gerekti, ama aynı zamanda çok da şanslıydım.

Barbara ve Jane İstanbul’da bir aya yakın süre kaldılar, esas olarak bir tatil için. Barbara dört yıl önce İstanbul’a henüz hayatta olan eşiyle gelmiş ve çok sevmişti ve bu onun ikinci ziyaretiydi. 

Tabii bu meraklı, dünyayı anlamaya ve onu değiştirmeye adanmış ömürler yaşamış iki kadın burada da iki sıradan turist gibi gezmediler. Kabataş sırtlarında, muazzam manzarası olduğu için çok mutlu oldukları bir daire kiralamışlardı. Ama eve her dönüşlerinde 170 kadar merdiven basamağı çıkmaları gerekiyordu, “Daireyi kiralarken bu detayı yazmamış ev sahibi!” diyorlardı muzipçe. Yine de hallerinden memnunlardı. Jane “Biliyorum ki bir daha hiç bu kadar güzel manzaralı bir evde oturmayacağım” diyordu. Barbara da burada kaldığı sürede kaslarının güçlendiğini söylüyordu gülerek. 

Barbara ve Jane bu günler içerisinde CHP’nin Silivri’de yaptığı mitingine gittiler, 19 Mayıs günü Saraçhane’de yapılan etkinliklere ve akşamında Beşiktaş’a yapılan yürüyüşe katıldılar. Beşiktaş’ta büyük bir kalabalığın hep birlikte İstiklal Marşını okuduğunu görerek şaşırdıkları, etkilendikleri için bir gence marşın sözlerini tercüme ettirdiler. İstanbul’da kırmızı DİSK şapkaları ile gezen bu iki yaş almış ABD’li kadın bize yaptıkları sosyal deneyi de aktardı. Kafalarında kırmızı DİSK şapkalarıyla gezerken onlara gösterilen olumlu ve olumsuz tepkileri gözlemliyorlardı. Barbara Gülhane parkında bir fotoğraf çektiği esnada bir kenara koyduğu çantası çalınınca bir miktar parasını ve kredi kartlarını kaybetmiş oldu ve İstanbul’dan tuttuğu notların olduğu küçük defterini, en çok da buna üzüldü. Karadeniz’i ve köylerini görmek için Şile’ye gittiler, İstanbul’u büyük bir ilgiyle gezdiler. Türkiye’yi, insanlarını, en çok da buradaki işçileri merak ediyorlardı, gözlemlediler, sordular, araştırdılar. Biz de onlara sorduk. Ve bu uzak kıtadaki, kapitalizmin kalbindeki, uçsuz bucaksız ülkeden iki emek militanı kadını sizlere tanıtmak istedik. Umarız bir ölçüde başarabilmişizdir. 

İşçi sınıfının özne olduğu bir tarih yazmak

Barbara 2013 yılında yazdığı Down the Up Escalator (Yukarı Çıkan Yürüyen Merdivende Aşağı İnmek) isimli kitabında Amerikan işçi sınıfının 1970’lerden 2010’lara uzanan 40 yılda ne yaşadığını incelemiş ve olup biteni gerçek insanların hayat hikayeleri üzerinden anlatmış.
Kitabın ilk bölümünde tanıdığımız Duane, Barbara onunla 1970’lerin sonunda savaş karşıtı hareketin askeri üslerin yakınlarında açtıkları kahvehanelerden birinde tanıştığında, Vietnam Savaşı’na gönderilip geri gelmiş bir piyadeymiş. Daha sonra ise fabrika işçilerinin arasına karışmış ve Barbara ile hayatları on yılda bir olmak üzere yeniden kesişmiş. 

Down the Up Escalator kitabında Barbara anlatıyor: 
https://www.google.com.tr/books/edition/Down_the_Up_Escalator/f5PSFeEzgVEC?hl=tr&gbpv=1&dq=Down+the+Up+Escalator:+How+the+99+Percent+Live+in+the+Great+Recession+pdf&printsec=frontcover

1960’ların sonlarında, askerlerin Vietnam’a gönderildiği bir ordu üssünün yakınında bulunan bir kafede çalışıyordum. Mekânımıza sık sık gelen birçok Amerikan askeri savaş karşıtı gazeteler çıkarıyor ve protestolar planlıyordu — hatta bir grup, ordu içinde sendika kurmaya bile çalışıyordu.
Ama ben çoğu zaman, Vietnam’dan dönmüş ve terhis olacağı günü bekleyen genç bir adamla otururdum. Duane’in dalgalı kahverengi saçları, canlı gözleri, tatlı bir gülümsemesi ve hafifçe öne çıkan dişleri vardı. Elinden her iş gelirdi; teybimizi tamir eder, eski teksir makinemizin daha düzgün çalışmasını sağlayacak bir parça bulup getirirdi.
Savaş hakkında nadiren konuşurdu, konuştuğunda da genellikle tüm birliğinin savaş boyunca sürekli uyuşturucu etkisi altında olduğundan bahsederdi. “Bizim sloganımız şuydu: ‘Hiçbir şey yapmayalım ama yapmış gibi söyleyelim.’ Ben ve bir arkadaş, bunu kocaman bir pankarta yazdık. Tüm bir gün boyunca asılı kaldı.” Duane ise bunu alaycılıkla gerçek bir gurur karışımı bir tavırla izledi.”

Kitaptan Barbara’nın daha sonra otomotiv fabrikalarında otomosyonun etkilerini incelemek üzere özel bir izinle bir fabrikayı gezmesi esnasında tesadüfen tekrar Duane ile karşılaştığını, eline gizlice telefon numarası yazılı bir kağıt sıkıştırması sayesinde onu ve ailesini izleyen on yıllar boyunca takip edebildiğini öğreniyoruz. Kitabının birinci bölümünde Duane’nin ve ailesinin hayat hikayesi üzerinden, “İşlerimiz” başlıklı ikinci, “Evlerimiz” başlıklı üçüncü ve “Birikimlerimiz” başlıklı son bölümünde ise yine işçi sınıfından farklı kişilerin anlattıkları üzerinden işçilerin kapitalizmin merkezindeki bu devasa ülkede 70’lerin sonundan başlayarak 40 yıl içerisinde neler yaşadığını, hayatlarının nasıl değiştiğini anlatıyor. 

Barbara Garson’ın kitapları: 

  • All the Livelong Day: The Meaning and Demeaning of Routine Work(Tüm Gün Boyunca: Rutin İşin Anlamı ve Aşağılayıcılığı), Doubleday, New York, 1975.; genişletilmiş baskısı Penguin, 1994.
  • The Electronic Sweatshop: How Computers Are Transforming the Office of the Future into the Factory of the Past (Elektronik Ter Atölyesi: Bilgisayarlar Geleceğin Ofisini Nasıl Geçmişin Fabrikasına Dönüştürüyor), Simon & Schuster, N.Y., 1988.
  • Money Makes the World Go Around: One Investor Tracks Her Cash Through the Global Economy (Dünyayı Para Döndürüyor: Bir Yatırımcı Parasının Küresel Ekonomideki Yolculuğunu İzliyor), Viking, N.Y., 2001.
  • Down the Up Escalator: How the 99 Percent Live in the Great Recession, Doubleday (Yukarı Çıkan Yürüyen Merdivende Aşağı: Büyük Durgunlukta Yüzde 99 Nasıl Yaşıyor), N.Y., 2013.

*Bizi onlarla tanıştıran Kıvanç Eliaçık’a çok teşekkür ederiz.

Paylaş:

Benzer İçerikler

Gösterilecek içerik bulunamadı!
İçeriklerimizi kaçırmamak için e-posta bültenimize ücretsiz abone olun!