Banu’nun hayatını kaybettiğini okuyunca içim cız etti. “Çok sevdiğin, keyifle dinlediğin, müzik kalitesine, derinliğine saygı duyduğun bir sanatçıyı daha kaybettin. Gittikçe azalıyor çok severek dinlediğin sanatçılar” dedim kendime.
Elbette birçok ses sanatçısını severek dinliyorum ama bazıları özel. Onlar kendi dünyaları ile başkalarının dünyalarını, dünyanın halini, duygularını, duygularımızı, sığ yanlarımızı ve derinlerimizi, kendimizle mücadelemizi müziğe verdikleri emekle güzelleştirerek bize aktaranlar. Duruluk ve derinlik vardır onlarda. Bunu başaracak kadar ehildirler.
Banu (Kırbağ) kendisini hep geliştiren, zamana yenilmeyen kadın bir sanatçıydı. İnsanın duygusunu, sevdasını bireysel duygudan sıyırıp, kişiyi dar alanından çıkartıp zamansızlığa taşıyarak ifade edebilenlerdendi.
Bizim gibi özellikle yeni yeni sosyalist olmaya başlamış, hayatın en başında kendi yolunu kimsenin etkisi altında kalmadan çizmeye çalışan, aileye, aşka sığmayan, bunlarla derdi olan isyankar genç kadınların ilk gençliğinde kulak verdiği kadınlardandı.
Duygu Asena’nın “Kadının adı yok” kitabını okuduğumuz 1988 yılında onun da yer aldığını duyduğum konser ilanıyla karşılaşmıştım ilk. Lise yıllarım. İstanbul’a taşınalı bir yıl bile olmamış. Kafamın en karışık yılları. Bir yandan feminizm beni çağırıyor, öte yandan sosyalist olarak doğulan bir kesimin üyesi olarak sosyalizm yolunda bir araç bulma telaşındayım. Banu’nun kadının adının olmadığı zamanlarda soyadını değil, sadece adını kullanıyor olması ilgimi çekmiyor değil. Bunu seviyorum. Nihayet feminizmin devrimci mücadelenin başat ideolojilerden sayıldığı, programında feminizmin olmadığı sosyalist yapıların demode kaldığı zamanımızda, şimdilerde politikleşen genç kadınların ve hatta erkeklerin bizlerin gençliğimizde yaşadığımız “ya sosyalist olacaksın ya feminist” zıtlığını anlaması kolay olmayabilir. Ama o yıllar böyleydi. Zordu, sertti, zalimdi biz genç kadınlar için.
Erkeklerle kadınlar arasındaki sınıf mücadelesi
Evlenmeyi asla düşünmeyen “Ben evlenmeyeceğim, bir erkeğe köle olmayacağım” diyerek aileye meydan okuyan kadınlardık. Erkeklerle kadınların arasında çok fena bir sınıf mücadelesi olduğunun teorisine sahip değilsek de yaşamlarımız sayesinde bunun kokusunu alabiliyorduk. Bir yandan devrimci erkek yoldaşlarla yol yürümeye çalışıyorduk.
Aşktaki hayal kırıklığı kadar derin yaşandı, belki daha derindi erkek yoldaşlarla eşit olmadığımızla karşılaşma gerçekliğimiz. Onlar bilirdi. Onlar söylerdi. Onlar azarlardı. Onlar kıymet vermezdi. Onlar çalıştırırdı. Onlar emeğimize çökerdi. Onlar lafımızı, sözümüzü çalarlardı tıpkı konuşma hakkımızı, pratik mücadeledeki devasa çalışmalarımızı çaldıkları gibi. Kendimizi ve toplumu kurtarmak için evden, aileden koşarak, bazılarımız açısından can havliyle girdiğimiz sosyalist yapılar da ev gibiydi. İnandığımız, toplumsal değişimi gerçekleştireceğimiz kurumların içi ev içiydi. Roller, iş bölümleri… Erkekler sahip, erkekler güçlü, erkekler haklıydı. İktidar vardı ve erkeklerdeydi. Sorgulayan şutlanırdı.
Bunlara karşı ses yükseltmeye başladığımız yıllar hayatımın en keyifli yıllarıydı. Teorik ve pratik olarak taşı gediğine koymuştuk. Feminizm sen ne güzelsin! Ah sen biricik kurtarıcımızsın. Yıllarca ötelenip, aşağılandığımız, susturulup emeğimizle kurduğumuz yapılardan atılmaya çalışıldığımız yıllarda özellikle bağımsız alanda güçlendirdiğimiz feminist mücadele sayesinde peş peşe değiştirmek zorunda kaldılar sosyalist yapılar programlarını, dillerini, pratiklerini, politikalarını. Artık ne kadar başardılar, değişmek istediler o başka konu. Ama feminizm hepsini eğitti, öğretti. Feminizme karşı olanı da olmayanı da susmak zorunda kaldı.
“İstemem çocuğunu sallayan kadın”
1970’lerin ortasında Zafer-Banu-Hülya üçlüsünün birlikte söyledikleri “Yarına Tanrı ulu” adlı şarkıda terk edilmiş bir kadın bebeği ile konuşur. “Ben her gün bir ümide sarılmış beklerim / Ne gelen olur, ne giden yavrum / Her gece öptüğüm sararmış bir resim” Oğluna ilerde seveceği kadına kendi yaşadıklarını yaşatmamasını tavsiye eder.
“Biliyorum sen de gideceksin/ Bana şimdiden söz ver, dönecek misin? / İstemem çocuğunu sallayan kadın / bir sararmış resmine nikah olmasın”
Keyfinin istikametinde çekip giden sorumsuz bir erkeğin geride bıraktığı kadını bir ümide sarılarak bekletmesinin bedelini kim bilir kaç kadın bilir.
“Unutulur” adlı efsane şarkısında Banu “Hiç üzülme bu da geçer” derken bebeğin başında duran kadın gitmiş onun yerine başka bir kadın gelmiş gibidir. “Az mı yalvardım ardından, o zaman aklın neredeydi?” diye sorar bir zamanlar topuklayıp giden sevgiliye. Güçlü, hüzünlü, inceden alaycıdır. Sesi, yorumu enfestir.
Aşk acısı ve ayrılık için “Unutulur” diye hatırlattı hepimize. “Hiç üzülme bu da geçer / Her aşk bir gün hayal olur” Ne kadar güçlü olursa olsun aşk nihayetinde unutulmaya mahkumdur diyen güçlü bir sesti. O, bize unutulur diye seslenirken bizler acıdan kavrulsak da unuttuk gidenleri. Aşk ki kadınların en güçlü bağı ve baş belasıdır yaşayarak öğrendik unutulmaz denenin gün gelip de anımsanmadığını. Önce ayrıntıları sildik, sonra zamanı ve sözleri… En sona yalanları unuttuk.
“Bu demiri Divriği dağlarından ben söktüm”
Benim Banu’ya hayran olmama neden olan “Bu demiri Divriği dağlarında ben söktüm” adlı şakıdır. O kadar gençtim ki daha unutacak aşk acım yoktu. Ama sınıf meselesi önemliydi. 1980’li yıllar, askeri darbe sonrası. Sokaklar nihayet feministler ve işçi sınıfı tarafından dolmaya başlıyor. Aynı dönem solcu sanatçılar, devrimciler ve sınıf üzerine şarkılarını piyasaya çıkarıyor tek tek. Banu da barış, emek, özgürlük, aşk temalı şarkılarını söyler.
“Bu demiri Divriği dağlarında ben söktüm” şarkısında devrimcilere vurulan demir kelepçelere ve onlara yöneltilen silahlara karşı çıkar. “Bu demiri Divriği dağlarından ben söktüm/ Bu namluyu Divriği demirinden ben döktüm/ Ak bilekte kara kelepçe /Ben döktüm hey ben döktüm.” Darbe ile tutuklanıp işkence gören, işkencede öldürülen nice kadın ve erkeğin ağrısını göğsümüzde taşırken yazılan sözleri Banu şarkı olarak söylüyordu albümlerde, konserlerde. Ne biçim bir duygu deryasına sürüklüyordu bizi. Hâlâ anımsarım.
Banu’yu fark etmeme neden olan diğer şey o zaman ki adıyla Türk Hafif Müziği yaparken bağlamayı birçok şarkıda en önde kullanmasıdır. Bağlama ki her Alevi’nin evinde asılı toplumsal bellektir. Deyiştir, muhabbettir. “Az bana” adlı şarkıdaki “Bir muhabbetnamedir.” Banu’nun şarkılarında da başat yer almıştır. “Az bana” şarkısındaki bağlamayı tarif etmek… Dinlemediyseniz dinleyiniz derim. Sözler ayrıca çok güzel.
Banu’yu kaybettiğimizi öğrenince saatlerce diledim şarkılarını. Yolda yürüyordum. Aslında bir şarkıdan ötekine duygu duygu, anı anı dolaşıyordum. Her şarkıda farklı on yıllara giderek. Şarkılarla beraber yeniden yeniden düşündüm kendimin, memleketin, mücadelenin dününü. Banu’nun müzik kariyerinde temsil ettiği ilklerin başka kadınlara nasıl yol açtığını. Kadınların her bakımdan nerelerden nerelere geldiğini. Ve daha nerelere gideceklerini.
Ana Fotoğraf: Merhaba Yozgat Gazetesi