Bir varmış, bir yokmuş, Çanakkale’nin Söğütlü köyünde bir Hakime Hanım yaşarmış. Hakime Hanımın dilinde masallar dolaşır, düşündükleri, gördükleri renk renk resim olur elinden dökülürmüş. Bu sözlerim size masal gibi geldi değil mi? Değil. Hakime Pala, hayatın sert gerçekliğinin içinde kendine bir masal ve resim dünyası kurmuş ve bu dünyayı çocuklarla, yetişkinlerle paylaşıyor. Kurduğu ve yaşadığı bu dünya kıssadan hisselerle dolu, rengarenk resimler, çiçekler ve kedilerle süsleniyor.
Hakime Pala bence dünyanın en güzel köyünde yaşıyor. Ağaçlıklı, toprağı zengin ve bereketli, birbirinden güzel taş evlerin bulunduğu bu köy, Söğütlü. Adı üstünde söğütlü, cevizli, çiçekli, yokuşlu bayırlı bir köy. Bana bir köy resmi çiz diyen öğretmenimize çizmeye çalıştığımız o köyler ya da kahve fincanlarının üzerine basılmış fotoğraflardaki köyler gibi.
Hakime Pala, 73 yaşında ve köyün yaylasında doğmuş. İlyasfakı köyüne yakın bu yaylada, hayatını şekillendiren, masallarına masal katan bir zenginlik içinde büyümüş. Zenginlik derken, bugün sıradan bir insanın sahip olduklarından taraf bakarsak, onun çocukluğunun yaylası yoksunluklarla doluymuş. Buzdolabı yok, çamaşır makinesi yok. Buzdolabı olsa elektrik yok. Öyle tüplü ocaktı, yaylı yataktı onlar da yok. Ayakkabı yok. Ayakkabının olmadığı yerde oyuncak mı? Ne gezer…

Bir daha dünyaya gelsem
Oyuncak yokmuş ama oyun çokmuş. “Her şeyle oynardık. Taşlardan ev yapardık. Testilerin kırık kulpları inek olurdu. Oynamaktan bıkmazdık” diyor. “Çok neşeliydi çocukluğumuz. Televizyon yoktu ama eğlenirdik. Bir daha gelsem dünyaya, yine aynı hayatı isterim. Tamam çok çileliydik, çok çektik. Çok iş vardı ama hayat güzeldi” diye anlatıyor çocukluğunu. Çocukluğu, kendisinden 16 yaş büyük annesinin bir bebe dünyaya getirmesiyle pattadanak sona ermiş. “Annem kardeşimi doğurup elime verdi. O hayvanlara bakmaya ya da bağa bahçeye giderdi, ben bakardım kardeşime” diyor ve “Kardeşlerim okudu, İstanbul’dalar… Ben hiç gitmedim sayılır okula. Acıcık öğrendim okuma yazmayı” diye ekliyor hafif içi burkularak. “Kardeşlerime baktım şimdiki dadılar gibi” derken dört kardeşiyle de gurur duyduğu her halinden belli oluyor. “Ben de çalıştım ama” diye ekliyor iyi bir iş yapmanın verdiği özgüvenle.
O doğuştan profesyonel bir dadı desek yanlış olmaz. Sekiz yaşında başladığı dadılık, hayatının 20 yılı boyunca mesleği olmuş. Önce ilçeye gelen bir hakimin çocuğuna bakmış; ardından tayini çıkan hakim, yeni gelene Hakime Hanımı tavsiye ederek bir kapı açmış. Hakimler ve çocukları hayatına tayinler boyunca girip girip çıkmış. “O hakimden bu hakime çevirdiler beni” diyor. Çocuklar ve masallar böylelikle hayatının en önemli parçası haline gelmiş.
Umre’ye gitti, yazıya başladı
“Peslacı güzel ve padişah olu” (Fesleğenci kız ve padişahın oğlu) masalı, “Gurnaz Tilki lleyi misalir cagirmiş” (Kurnaz tilki leyleği misafir çağırmış) masalı, “Fagir gızın masalı” onun dünyadan imbiklediği ve belleğinde harmanladığı imgelerle bezeli, biraz geleneksel masallardan izler taşıyan, biraz kendi kurgusu ve hayal gücüyle yoğurduğu masallardan. La Fonten bile arada göz kırpıyor oracıkta… Onun masallarında Türkiye’nin padişahının kızı Yunanistan’ın prensiyle evleniyor. Köy meydanında davullu zurnalı düğün yapılıyor, keşkekli büyük sofralar kuruluyor.
Yazmak aklına ne zaman geldi diye soruyorum. Her şey Umre’ye gitmesiyle başlamış; yazı da, resim de. “Umre’ye gittim. Kabe’yi ziyaret ederken her şeyi gözlemledim. Hakimlerin çocuklarına bakıyordum ya, onların defteri var, kalemi var… İçimden geldi. Bir defter aldım, çocukların yaptığı ders gibi ben de Kabe’yi yazdım” diye anlatıyor. Sonra gerisi gelmiş.
“Artık çalışmiim gari” dedikten sonra, kendini emekliye ayırmış. Köye dönmüş pek çok emeklinin yaptığı gibi. “Büyüklerin hepsi öldü. Annem, teyzem, halam, kimsem yok. Yalnız kaldım. Evlatlar büyüdü hepsi şehirde. Gecelerimi değerlendireyim derken, resim yapmaya başladım. Evlatların kimi mimar, kimi mühendis. Mimar mı, mühendis mi olan çizerken yanlış çizdiği kağıtları bana getirmeye başladı. Onlara yaptım resim” diye anlatıyor resme başlamasını…

Resimleri neşeli, rengarenk ve bir kaleideskop gibi hayatı büküp çoğaltıyor. Resimlerinde komşuların evi de, köydeki özel günler de, ağaçlar, çiçekler, inekler, kediler, komşular ve halıların desenleri dikkatli bakan gözler tarafından görülebilir.
Çocukken hiç resim çizmedim
Resim malzemelerini İstanbullular dediği, dışardan köye gelip yerleşen şehirli yeni dostları getiriyormuş zaman zaman. Paşaköy’de yaşayan biri “Kağıda değil, kartona resim yap” deyip kartonlar getirmiş Hakime’ye… Sonuçta, evinin bir bölümünü resimleriyle donatıp, kendi sergisi haline getirecek kadar çok resim ortaya çıkmış. “Çocukken de resim yapar mıydın?” diye sorunca, “Nerdeee” diyor, “Ben çocukken ancak çocuk baktım. Çocukken hiç resim çizmedim ben.”

Dünya yansa aldırmam
Resim yapmanın ona ne hissettirdiğini soruyorum… Mutlu mu, keyifli mi, ne düşünüyor? Bu soruyu “Bunları yaparken hiçbir şey gelmiyor aklıma. ‘Bismillahirrahmanirrahim’ deyip elime kağıdı, boyayı aldım mı tamam. Benim derdim herkesten çoktur ama bunları yaparken hiç derdim kalmıyor sanki. Dünya yansa alındırmam” diyor. Tam 18 senedir dünyanın zehrine panzehir olmuş resimleri.
Komşuları ne düşünüyorlar derseniz, bir ikisi küçümseyip burun kıvırmış, bir ikisi de beğenmiş. “İçlerini, kalplerini bilmem. İyi mi düşündüler, kötü mü düşündüler, bilmem. İşin yok haylazlık yapıyon diyorlar bana” deyip gülüyor.
Bolluktan darlığa, varlıktan yokluğa savrulan bir hayatı olduğunu ima ediyor ama anlatmıyor. Eşinden üstü kapalı bahsediyor; kızıyla gurur duyuyor ama sorunlu konulara hiç girmiyor. Hayatının bu dönemi için her şey güzel demeyi tercih ediyor. Onun zenginliği sergi yaptığı evinde… Kapısında, “İçeride sergimiz açıktır” yazıyor bir kartonun üstünde. Evin yanındaki daracık sokakta iyi bakıldığı her halinden belli olan çiçekler kenar süsü gibi dizilmiş. Kedileri biz gittiğimizde ortada yoktu ama adları Kıvılcım, Ateş ve Kömür. Kötü üvey anneye rağmen güzel ve iyi kalpli kalmayı başaran Külkedisi gibi duruyor kendi imar ettiği bu yeni hayatın içinde.
Masallarının kaynağını soruyorum… “Masalllar büyüklerimizden. Çocuken, analarımız çorap örerken, bize yere çarşaf yazarlardı (sererlerdi).
Biz de dört kardeş, iki amca çocuğu derken on kadar çocuk ortasına otururduk. Rahat durmazsak önümüze nohut, bakla, ceviz, incir, üzüm döküverirlerdi çarşafa. Onları yerken masal anlatırlardı. Tıkıdık kalırdık oracıkta” diye anlatıyor. Bugünün çocukları, “tıkıdık kalıvermek” yani masalın büyüsüne kapılmak yerine, ekrana kilitleniyor.

Eski köy eğlenceleri
Hayatın sertliklerini yaşadığı her halinden belli Hakime’nin… Tıpkı resme kendini kaptırması gibi, anılarındaki çocukluk da saklanacağı bir kuytu, fırtınada sığınılacak bir liman. Çocukluğundaki eğlenceleri gülümseyerek hatırlıyor: Hatırladıklarından biri, kış gecelerinde yapılan bir eğlence… Cadılar Bayramı falan ortada yokken, bizim insanımızın ürettiği bir korku eğlencesi. “Rahime Halam beyaz çarşafa girerdi, yüzünü unlardık. Bir komşu vardı çok korkan, ona gider, kapısına dayanırdı halam. O komşu halamı görünce “Sakin gel, sakin git” derdi korkudan. Katılırdık gülmekten. Erkeklerin bayramlarda kadın elbisesi giyip, kız kaçırma oyunu oynadıklarını gülerek anlatıyor. O zaman neşeyle güldükleri bu oyunları sahneleyenlerin neredeyse hiçbiri artık bizimle aynı dünyayı paylaşmıyor.

Bir gün nasıl yaşanır?
Çok işin vardır senin diyorum, yap yap bitmez. “Çok şükür” diyor. Ve bütün bir günü nasıl geçirdiğini şöyle anlatıyor: “Sabah kalkarım, abdestimi alırım, namazımı kılarım. Allahım derim bugün bana kolaylık ver. İşlerimde kolaylık ver. Kötü söz söyletme, dilime yalan söyletme, gözlerime kötü şeyler gösterme, kulaklarıma kötü şeyler işittirme, işimi de kolaylaştır ya rabbim derim. Zorlanırsam Hızır İlyas yetişsin derim. Ondan sonra kalkar ‘bismillahirrahmanırrahim’ deyip işe başlarım. Kediler kapıdadır. Onlara mama veririm. Sonra yaylaya varırım. Oradaki hayvanlarımı otlarım. Otlarını bitirdiklerinde koyunları tarlaya vururum. Gelirim tavukları çıkarırım. Ahırlarını süpürürüm. Ev içini de süpürüp temizleyince kahvaltımı yaparım. 10.00-11.00’i bulur. Sonra evin önünü süpürürüm.”
Evinin yolu çiçekli, kapısı resimli ve neşeli… Hiç canın sıkılmaz mı diyorum… “Canım sıkıldıysa, alırım elime kağıdımı boyamı, bismillahirrahmanirrahim deyip aklıma ne geldiyse çizerim. Çorap örerim. Çantalar yaparım. Akşam yine aynı. Namazlarımı kılarım. İşte bu kadar hayatım.”