Türkiye’de tekstil kadın istihdamının en yüksek olduğu ve ihracatta dünya yedincisi olunan bir sektör. Bu veriler Güneydoğu Anadolu Bölgesinde Tekstil Sektöründe Kadın Emeği ve Sendikal Algı Raporu’ nu daha dikkatli incelemeyi gerekli kılıyor.
Rapor, Birleşik Tekstil Dokuma Deri İşçileri Sendikası (BİRTEK-SEN) tarafından Friedrich Ebert Stiftung (FES) desteğiyle hazırlandı ve Adana, Malatya, Urfa, Adıyaman, Adana gibi geniş bir coğrafyada hazır giyim ve tekstil işçileri incelendi.
Güneydoğu: ucuz işgücü havuzu!
Raporda yer alan sayı ve istatistikler dünyanın en büyük markaları için üretim yapan ucuz emeğin bedelini kadın işçilerin kendi hayatlarıyla ve ne kadar ağır ödediğini ortaya koyuyor.
Raporun başyazarı Bahar Kılınç’ın ifadesiyle raporun temel bulgusu “kadınların fabrikadaki üretim emeği ile evde üstlendikleri yeniden üretim yükünün birbirini tamamladığını ve aynı anda sömürüldükleri süreçler olduğunu” göstermek.
BİRTEK-SEN’in talebi ve kadın araştırmacılar tarafından hazırlanan bu rapor, kadın işçilerin sendikal kurumlara yönelik eleştiri ve güvensizliğini de sansürsüz bir şekilde dile getiriyor. Rapor, hem markalara hem sendikalara ve aslında hem de tüketicilere bir çağrı: kadın işçilerin emeğiyle üretilen tüm ürünler, onların taleplerini karşılamalı, sendikalar erkeklerin değil kadın işçilerin örgütü olmalı.
Bahar Kılınç ile saha uzmanlarından Funda Bakış ve Halime Sancak Kadın İşçi’nin sorularını yanıtladı.
Kadın araştırmacıların soruları hazırladığı, sahada kadın işçilerin görev aldığı ve analizini yine kadınların yaptığı raporu anlamlandırmak için öncelikle tekstil sektöründe kadın işçi olmanın ağırlığını vurgulamak gerek. BİRTEK-SEN il temsilcisi Funda Bakış’ın ifadesiyle, “tekstil işkolu en zorlu deneyimleri kazandıran sektörlerden biri.” Bu nedenle, kadınlara en ağır ve zorlu gelen koşullar “fazla mesai, mobing ve güçlükle ayakta durmak.” Peki “Güneydoğu’da tekstilde kadın işçi olmak daha mı zor?” sorumuz da Bakış’tan yanıt buluyor:
“Doğu’da sömürü biraz daha fazla; Doğu’yu ucuz iş gücü olarak görüyorlar ve teşviklere boğuyorlar. Bununla birlikte kadınlar daha fazla haksızlığa uğrayıp mağdur ediliyor. Aynı fabrikada çalışan kadın ve erkek işçiler, farklı tavırlara, farklı üsluplara maruz kalıyor. Bir kadın işçiye istediğini söyleyebilenler, erkek işçiye ise aynı sözleri sarf edemiyor. Doğu’da iş bulmak çok zor olduğu için, kadın işçiler bu koşulları kabul etmek zorunda kalıyor.”

Asgari ücret olmuş azami ücret
Raporu hazırlayan Bahar Kılınç ve Halime Sancak’a kadın işçilerin deneyimlerinden onları en çok sarsan detayı bizimle paylaşmalarını istedik. Bahar Kılınç, görüştükleri hiçbir kadın işçinin ücretinin (fazla mesai ücretleri dahil) 30 bin TL’yi geçmemesini, çoğu işçinin 22.104 TL almasını sarsıcı bir detay olarak nitelendirdi.
Kılınç, işkolu ya da deneyim ayırt etmeden, aynı fabrikanın farklı bölümlerinde çalışanın da, yıllardır aynı fabrikada çalışanın da, yeni başlayanın da aynı ücreti almasını ve bunun tek başına yaşam maliyeti olan 33.587 TL’nin de altında olmasını “asgari ücretin azami ücret haline” gelmesi olarak tanımladı.
Bu azami ücreti hak etmek de kolay değil; fazla mesailerle beraber 18 saat çalışıyor, sipariş yetiştirirken 36 saatlik vardiya yapıyorlar. Kılınç, “Cinsiyete dayalı eşitsiz iş bölümü de eklenince kadınlar bir cenderede sıkışmış durumda. Ne patronlarına yetişebiliyorlar ne de ailelerine” diyor. Çünkü kadın işçiler, “çocuklarının uyku saatlerine bile yetişemeyecek şartlarda çalışıyor; işverenler kreş açma zorunluluğundan kaçmak için fabrikalardaki kadın işçi sayısını manipüle ediyor. Kadınlar fazla mesaiyi reddedemiyorlar çünkü hem asgari ücretin yetersizliğinden fazla mesai ücretlerine muhtaçlar, hem de fazla mesaiyi reddederlerse hakaret, işten çıkarma tehdidi ya da daha kötü/zor işlerle cezalandırılmak gibi mobbing türlerine maruz kalıyorlar.”
Dahası da var : “Tuvalete gitmenin bile bir ‘ayrıcalık’ haline getirilmesi. Regl dönemlerinde ped değiştirmek için izin isteyen kadınlar ‘Biraz daha tut, molaya az kaldı’ gibi aşağılayıcı sözlere maruz kalıyor. Kadınlar çocuklarını emziriyorsa emzirme döneminde çocuklarına erişemiyor.”
Ne patrona ne kocaya ne de çocuklara yaranabilmek
Halime Sancak, ancak 3. görüşmede anketi tamamlayabildikleri bir kadını hatırlıyor: “Bizim anket bittikten bir yıl sonra, aynı kadının boşanma davası açtığını öğrendim. Şu sözlerini hatırladım “Çok çalışarak ne patrona yaranabildim ne eşime ne de ne de çocuklara. Hiçbiri artık beni sevmiyor ve istemiyor, yanımda değiller. Hatta çocuklarım da bana küstü.”
Tekstildeki ağır koşulları kadınlara dayatmak daha kolay!
Raporda kadın işçilerin düşük ücret, uzun mesai ve güvencesizliğinin kök nedenlerini Bahar Kılınç’a sorduk, şöyle yanıt verdi: “Bölgenin sosyoekonomik yapısı —yüksek işsizlik, düşük eğitim, geniş aile yapıları— kadınları “ucuz ve itaatkâr” işgücü olarak konumlandırıyor. Ancak bu konumlandırma, toplumsal cinsiyet rollerinin “kadın emeğinin doğal, sınırsız ve bedelsiz” olduğu yanılsaması üzerine inşa ediliyor. Kadınlar evde “bakım emeğinin” karşılıksız yüklenicisi olarak görülürken, fabrikada da “düşük ücretli, vasıfsız” işgücü olarak kodlanıyor. Yani hem sınıfsal hem de toplumsal cinsiyete dayalı bir sömürü çifte katmanlı işliyor. Kadın eve gittiğinde fazla mesai devam ediyor ama oraya da yetemiyor. Yetersizliği daima hissettiği, hiç bitmeyen bir döngü devam ediyor.”
Örgütsüz, düşük ücrete razı işgücü modeli
Halime Sancak da Güneydoğu’da asgari ücretin üzerinde bir kazançla, haksızlığa uğramadan iş bulmanın hem kadınlar hem erkekler için çok güç olduğunu hatırlatıyor. Güneydoğu Anadolu’da bölgesel teşvikler sayesinde tekstil sektörünün kadın istihdamının yoğunlaştığı bir alan haline gelmesi önemli bir veri. Bu kadın istihdamının artmasında bir fırsat mı? Bu soruyu Bahar Kılınç yanıtlıyor:
“Bölgesel teşvikler, devletin ‘yatırım cenneti’ yaratma politikasının bir aracı. Teşvikler sayesinde fabrikalar açılıyor ancak bu fabrikalar ‘sendikasız, güvencesiz, kuralsız’ çalışma rejimini dayatıyor. Kadın istihdamı da bu rejimin “fazla mesaiye itiraz etmeyen, örgütsüz, düşük ücrete razı” işgücü modeline uygun olduğu için tercih ediliyor. Teşviklerin süresi dolunca fabrikaların kapanması da gösteriyor ki asıl amaç ‘kalıcı kalkınma’ değil, ‘geçici kâr maksimizasyonu.’”

Kadınlar için fırsat değil patronların fırsatçılığı
“Tekstilde işe girmek aslında kadınlar için fırsattan ziyade işverenin fırsatçılığına dönmüş oluyor” diyen Halime Sancak da Kılınç ile hemfikir. Ona göre bu teşvikler, işçileri daha çok köleleştiriyor. Hatta “Güneydoğu’da tekstilden başka bir alanda iş bulunamayacağı algısı yaratılıyor.”
Kadın işçiler sendikaları “erkeklerin yönettiği yer” olarak tarif ediyor!
Ankete katılan kadın işçilerin %51,7’si sendikasız çalışıyor, yani her iki kadından biri örgütsüz. Sendikaya üye olmama nedenlerinin başında %35,6 ile “işten atılma ve patron korkusu”, %12 ile “sendikaya güvensizlik” ve %11,4 ile “bilgi eksikliği” geliyor. Dolayısıyla, örgütlenmenin önündeki en büyük engel işini kaybetme korkusu. Bahar Kılınç, bu korkudan daha vahim olanın “Sendikaların haklarınızı koruyacağına inanıyor musunuz?” sorusuna %26,1’lik kesimin “hayır” demesini ve %12’lik bir grubun, “deneyimlere dayalı hayal kırıklığı”ndan söz etmesini “kadın sendikalı ve bizzat şahit olmuş sendikanın işlevsizliğine” sözleriyle özetliyor.

Sendika sadece aidat kesen bir kurum gibi!
Halime Sancak da rapor için görüştüğü birçok kadınının aslında “sendikayla karşılaşmış ve sendikalı bir iş yerinde çalışmış ama sendikanın onların haklarını, çıkarlarını koruma, işyerindeki sorunları iyileştirme ile alakalı çalışmasının olmadığını ve çabalamadığını da deneyimlemiş!” olduğunu aktarıyor ve ekliyor: Sendikada eğitim de verilmiyor, sendikaya dair hiçbir şey anlatılmıyor! Sendika sadece aidat kesen bir kurum, bir devlet kurumu gibi anlatılıyor.”
Kılınç raporun bu iki temel bulgusundan sorumlu olan iki aktör olduğunu söylüyor:
“İlki sendikal örgütlenme özgürlüğünü pratikte yürütmeyen devlet. İkincisi, güvensizlik; sendikaların sorumlusu olduğu bir duygu.”
İşçisine sahip çıkan sendika, daha çok kadın yönetici!
Bu eksiklikler nedeniyle, kadın işçiler sendikaları “erkeklerin yönettiği bir yer” olarak tarif ediyor. Bir kadın işçinin, “Sendika, bizim için güvenli ama erkekler söz alan kadınları dinlemiyor” sözü, örgüt içi cinsiyet eşitsizliğinin yarattığı temsil krizini özetliyor.
Kılınç, kadınların sorunlarının geleneksel sendikal mücadele araçlarının ve söylemlerinin dışında kalmasını, kreş hakkının kadın işçilerin sadece %27,7’sinin çalıştığı işyerlerinde olmasıyla örneklendiriyor. Benzer şekilde, kadınların %92,2’sinin regl dönemlerini “zor” nitelendirmesi, “bu biyolojik gerçekliğin işyerlerinde ve sendikal talepler listesinde yeterince karşılık bulamadığını gösteriyor.”
Bahar Kılınç’ın da dikkat çektiği ve raporda sık sık başvurulan “sarı sendika” tabiri, “işverenle işbirliği içinde olduğu algısı yaratan sendika pratikleri.” Bir kadın işçinin, “Sendika var ama patronla iyi geçinmekten başka bir şey yapmıyorlar” sözleri, bir başkasının “…bugünkü sendikaların hiçbirine güvenmiyorum, sendikacılar kendi arasında anlaşıp işçiyi tuzağa düşürüyor, peşkeş çekiyor patrona” ifadesi çok açıklayıcı.

Raporun dışında kalanlar: Ev içi üretim ve kayıt dışı atölyelerde çalışan kadınlar, göçmen kadın işçiler
Bahar Kılınç eviçi üretim ve kayıt dışı küçük atölyelerde çalışan kadınlar, göçmen kadın işçilerin raporun dışında kaldığını vurguluyor: “Özellikle Suriyeli kadınlar hem dil bariyeri hem de hukuki güvencesizlik nedeniyle çok daha ağır koşullarda çalıştırılıyor. Bu grupların deneyimlerini de dahil edebileceğimiz bir araştırma tasarlayabilirsek, emek sömürüsünün ne kadar katmanlı olduğunu görebileceğimizi düşünüyorum.”
“Yeniden üretim emeği – çocuk bakımından ev işlerine kadar – zaten görünmez kılınırken, ücretli üretim emeği de asla karşılığını bulmuyor; sermayedarların kâr üreten değirmenlerinde en kritik çarkı kadın işçiler oluşturuyor. Bu çifte sömürü, raporu yazarken sürekli zihnimdeydi. Küresel markaların vitrinlerindeki parıltının arkasında, aslında kadınların hem işyerinde hem de evde kesintisiz devam eden emeğiyle örülmüş görünmez bir ağ var. O emeği görünür kılmak ve hesap sorulabilir hale getirmek, bir kadın araştırmacı olarak, bu çalışmayı benim açımdan yalnızca profesyonel bir iş değil, politik ve etik bir sorumluluk haline getirdi.”
Halime Sancak da araştırma sürecinde kendini sendikacı olmaktan ziyade kadın işçi olarak konumlandırdığını söylüyor:
“Benim gibi ankette görev alanlar sadece kadınların sorularını ve cevaplarını dinlemedik, onların birçok konudaki sıkıntılarını da dinledik. Burada en çok benim içime dokunan şey şu oldu: kadınlar iş yerinde ciddi emek sarf ediyor ama bunun karşılığını alamıyor: daha çok eziliyor, daha çok hakaret işitiyor, daha çok mobbinge uğruyor!”

“Sendika biziz; biz birbirimizle güçlüyüz!”
Peki kadın emeğini görünür kılmak ve sömürüyü azaltmak için, sendikal örgütlenmenin dışında hangi dayanışma biçimleri ya da politik adımlar etkili olabilir? Kadınların kendi aralarındaki dayanışma sizce nasıl bir güç oluşturabilir? Bu soruya Halime Sancak’ın yanıtı net:
“Sendika olmadan biz kadınlar birçok şeyi başardık. Sendika biziz; biz birbirimizle güçlüyüz ilkesini hayata geçirdik.”
Bu sözler, fabrikalarda uzun mücadelelerle kazandıkları kreş hakkı, kreşlerin ücretlerinin işveren tarafından ödenmesinin sağlandığı, kadın işçinin çocuğunun işe girdiği andan itibaren kreşe kabul edildiği kazanımlar sayesinde söylenebiliyor.
Bahar Kılınç, kadınların sendikadan bulamadıkları desteğin yerine, beraber hareket etme, birinin diğerini yalnız bırakmaması gibi, birbirleriyle dayanışarak hayatta kalma stratejileri geliştirdiklerini tacizden korunmak, servisle gece geç saatte eve dönebilmek için birbirlerini kolladıklarını anlatıyor.
Mesele sadece emek sömürüsü değil! Kadınlar ruhen de yorgun!
Eklemek gerekir ki emek sömürüsünün katmerlendiği Güneydoğu kentlerinde hayat kadın işçiler için çok daha zorlu. Halime Sancak bunu şu sözlerle ifade ediyor:
“Kadınların artık psikolojileri bozuldu. Ruhen, bedenen kadınlar o kadar yorgun ki gerçekten bezginlik var artık. Sendika çatısı altında konuştuğumuzda da kadınlar çok farklı oluyor, evde çok farklı. Kadınlar her yerde herkese farklı ayak uyduruyor; farklı konuşmak zorunda kalıyor ki bu da onların hem bedenini hem ruhunu ciddi anlamda yoruyor. Kadınların sorumlulukları o kadar çok artmış ki, bunun önünü alacak, kendini ifade edebilecek ve sonra bununla mücadele edecek gücü artık kendinde görmüyor.”
Son sözü yine Halime Sancak’a bırakalım: “Kadınların bu yorgunluğunu gidermek, emeğinin karşılığını alabilmesi için sendikaların ellerini vicdanlarına koyması, işçi sınıfının mücadelesini, çaresizliğini görmesi ve gerekli düzenlemeleri yapması gerekiyor.”