Mücadeleci kimliğiniz ve keskin kaleminizle tanınıyorsunuz ve aynı zamanda dişi kimliğiniz de aşikar. Sarışın ve kendine bakan, güzel görünmekten korkmayan güzel bir kadın. Bir önceki kuşak bu ikisini birleştirememişti. Siz nasıl bir araya getirdiniz?
Öncelikle teşekkür ederim. Haklısınız. Üniversite yıllarımda politik bir toplantıda, makyajlı olduğum için ‘küçük burjuva eğilimlerin var’ dendiğini hatırlıyorum. O zamanlar içimi burkan o cümle, yıllar içinde şu farkındalığı doğurdu: Kapitalist düzenin dayattığı ‘fit ol, güzel ol, bakımlı ol’ baskısıyla, bunun tam karşıtıymış gibi sunulan ‘fazla kadınsı olma, dikkat çekme, sade ol’ yargıları aslında aynı eril kökten besleniyor. İkisinin de ortak noktası şu: Kadın nasıl olmalı sorusunun yanıtını kadınların kendisinin verememesi. Ben kendi adıma bir şeyi özellikle birleştirmedim belki ama kesinlikle ayırmadım da. İçimden geldiği gibi oldum. Kalemle dünyayı sorgulamak, sevdiğim kırmızı ruju sürmeme engel değil. Toplum hep kadınlığı görmek istediği şeye indirgemeye çalıştı — ya akıllı olmalıydık ya güzel, ya sert ya yumuşak, ya dikkat çekmeyen ya da ciddiye alınmayan. Kadınlar kendisi olmaktan çok, başkalarının gözüyle ‘kadın gibi’ olmaya zorlandı. Bizden önceki kuşak bu dayatmalardan daha fazla etkilendi belki ama karşı çıkan bir zemini de şekillendirdiler, bugün kadın mücadelesi o zemin üzerine yeni yollar açıyor. Son otuz yılda kadınlar lehine önemli kazanımlar olduğunu düşünüyorum. 8 Mart yürüyüşlerinde rengarenk saçlı genç kadınlarla başörtülü kadınların yan yana yürümesi hoşuma gidiyor. Çünkü artık kadınlar, başkalarının saçlarına, etek boylarına, bedenlerine karışmasına değil; kendileri gibi olmaya ve kendi özgürlüklerini yaşamaya odaklanıyor. Kadın olmak bir kalıba girmek değil; güçlü, kırılgan, sert, zarif, şefkatli ve mücadeleci yanlarımızla bir arada içimizden geldiği gibi kendi kimliğimizle var olabilmek. Mesele, kadının nasıl olması gerektiğini başkalarının tarif edememesi. Benden önceki kadınlar bu zemini inşa etti. Ben sadece kendim olmaktan vazgeçmeden ilerlemeyi seçtim.
Erkekler, iş alanınızda kadınlarla rahat çalışabiliyorlar mı?
Bizim mesleğimizde kadın ve erkek sayısı hemen hemen eşit; hatta İstanbul Barosu’nda kadın üyelerin sayısı erkeklerden fazla bile olabilir. Elbette bazı yerleşik algılar var örneğin ceza hukuku hâlâ bir “erkek avukatlar dünyası” gibi görülüyor. Ama bu algıyı kadın meslektaşlarımızın başarıları çoktan çürüttü. Bugün ceza hukukunda erkek meslektaşlarından daha donanımlı, daha etkili savunmalar yapan pek çok kadın avukat var.
Erkek egemen toplum yapısı erkeklere bazen hiç bilmedikleri konularda bile fikir beyan etme rahatlığı sağlarken, kadınlarınki genellikle çok daha titiz ve disiplinli bir çalışmanın ürünü, emek verilmiş bir başarı oluyor. Bu, bireysel değil; yapısal bir sorun. Ama şuna inanıyorum: Cinsiyetin ötesinde, birlikte çözüm üretebilen, sorumluluk alabilen ve yaratıcı düşünebilen insanlarla çalışmak değerli. Liyakat ön planda olduğu sürece cinsiyet temelli ayrımcılık da azalacak.
“Baro yönetiminde kadın erkek sayısı eşit”
Kadınların aktif olduğu bir baronun duyarlılıklarında da farklılıklar oluyor mu?
Elbette bizim yönetimimizde kadın erkek sayısı eşit, divanda da iki erkek iki kadınız. Bu tesadüfi bir şey değil, bilinçli alınmış bir karar. Merkez ve komisyonlarımızda da yürütme kurullarında kadınların eşit temsilini sağlamaya çalıştık. Birlikte çalıştığımız erkek meslektaşlarımız da bizimle aynı duyarlılığa sahip ama kadınların aktif olduğu bir baro, bilhassa kadına karşı şiddet, çocuk hakları, cinsiyet temelli ayrımcılık gibi alanlarda verilen mücadeleyi daha etkili kılıyor. Sadece yurttaşlar değil kadın avukatlar da mesleklerini icra ederken tacize, cinsel saldırıya uğruyor ne yazık ki bu anlamda da kadın hakları merkezinin aktif çalışması çok önemli.
Türkiye’deki hukukun bir cinsiyeti olsaydı bu ne olurdu?
Türkiye’de hukukun bir cinsiyeti olsaydı, muhtemelen erkek olurdu. Çünkü yasaların dili çoğu zaman nötr görünse de, uygulanış biçimleri ve yargı pratiği erkek. Kadına yönelik şiddette faile değil mağdura sorular yönelten, “namus cinayeti”, “kravat indirimi” ile erkek şiddetine hafifletici nedenler bulan, kadının bedenini, hayatını denetleme eğiliminde olan bir sistemin tarafsız olduğunu söylemek güç.
Oysa hukuk, toplumsal cinsiyet eşitliğini tesis eden bir alan olmalı. Kadınlar, LGBTİ+’lar, çocuklar gibi dezavantajlı gruplar söz konusu olduğunda hukukun daha dikkatli, daha kapsayıcı ve daha adil olması gerekir. Yani hukukun cinsiyeti değil, vicdanı olmalı. Ama bugünkü sistemde, vicdandan çok iktidar ilişkisine göre şekillenen, toplumsal ve ahlaki yargılardan sıyrılamamış bir yargı pratiği var.
“Tepkiler sözleşmenin meşruiyetini gösterdi”
İstanbul Sözleşmesinden çıkış konusunda neler demek istersiniz?
Türkiye İstanbul Sözleşmesinden çekildi üstelik bu çıkış, Anayasa’ya ve usule aykırı biçimde, Meclis kararı olmadan gerçekleştirildi. Bu da sadece kadın hakları açısından değil, hukuk devleti ilkesi açısından da büyük bir geri adım oldu. Yani sorun yalnızca sözleşmeden çıkmak değil, karar alma biçiminin de demokratik denetimden uzak olmasıdır. Bu süreçte umut veren şey iktidarın bu kararına karşı toplumun her kesiminden kadının gösterdiği tepkiydi, bu tepki bir bakıma İstanbul Sözleşmesinin toplum nezdindeki meşruiyetini gösterdi. Bugün geldiğimiz noktada, kadına yönelik şiddet azalmış değil, aksine dikkat çekici ölçüde artmış durumda. İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmış olması devletin kadınları, çocukları aile içi şiddete karşı koruma anlamındaki pozitif yükümlülüklerini ortadan kaldırmıyor. Türkiye hâlâ Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin tarafı koruma talep ettiği hâlde öldürülen bir kadın söz konusu olduğunda devletin bu konudaki hukuki sorumluluğu ortadan kalkmış değil ya da Türkiye CEDAW’a taraf yani hem yasalarında hem de uygulamada kadınlara yönelik ayrımcılığı yasaklamak ve ortadan kaldırmakla yükümlü.
“Kadınlar güvencesiz çalışıyorlar”
Bulunduğunuz yerden bakınca yani hukukun tepesinden, kadınların işgücü içindeki kimliği, sosyal hayat içindeki konumu gibi konulardaki yeri konusunda gördüğünüz manzara nedir? Baroda bu konularda ne gibi çalışmalar yapıyorsunuz?
Bulunduğum yerden bakınca, yani kadın emeğiyle örülmüş adalet mücadelesinin içinden bakınca şunu çok net görüyorum: Kadınlar Türkiye’de işgücünde, sosyal yaşamda, siyasette ve elbette adalette de var olmaya çalışıyor ama eşit koşullarda değiliz. Çalışıyorlar ama güvencesiz; üretiyorlar ama çoğu zaman görünmüyor. Bu tablonun değişmesi için toplumsal dönüşüm gerekir. İstanbul Barosu Kadın Hakları Merkezimiz sadece şiddet mağdurlarına değil, her türlü ayrımcılığa uğrayan kadınlara hukuki destek sağlıyor. Aynı zamanda eğitimler, seminerler ve kamuoyuna yönelik kampanyalarla hem farkındalık hem de dayanışma ağı yaratıyoruz. Yerel yönetimler ile işbirlikleri yaparak kadınların adli yardımdan yararlanmasını kolaylaştırmaya çalışıyoruz.
Katil adamların her zaman “mazeretli” ya da “iyi halli” gösterilmesi sıradanlaştı mı, yoksa bana mı öyle geliyor?
Erkekleri koruyup kollayan erkek egemen bir yargı pratiği görüyoruz elbette. Ama kadın cinayetlerine karşı toplumdaki duyarlılık arttıkça, bu tür yargı kararları da o kadar rahat verilir olmaktan çıktı. Bu anlamda sosyal medyanın olumlu etkisini göz ardı edemeyiz. Hâkimlerin, savcıların da zihniyetinin değişmesi gerekiyor. Zaman zaman karşılaştığımız kadın cinayetlerinde hafifletici neden uygulamayan mahkemeler bu anlamda umut verici.

Eşitlikçi bir Anayasa
Yapılmak istenen yeni anayasada karşı olduğunuz konular neler? Kadınlar ve emek ağırlıklı cevaplayabilir misiniz?
Yeni anayasa için kuvvetler ayrılığına dayalı demokratik bir parlamenter rejim gerekiyor öncelikle ve bu anayasanın toplumda ihtiyaç duyulan adalet, eşitlik ve özgürlük arayışına yönelik olması. Oysa biz şu an demokratik bir anayasa yapımı süreci olduğuna ikna değiliz. Çünkü demokrasinin olmazsa olmaz unsurları yok ve bu süreç şeffaf değil, katılımcı değil, eşitlikçi değil. Kadınlar için, mevcut anayasanın bile yeterince uygulanmadığı bir ülkede, kazanılmış hakların zeminini daraltabilecek yeni bir anayasa söylemi ciddi bir tehdit taşıyor. İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmış bir iklimde, anayasa değişikliğiyle aile, toplumsal cinsiyet eşitliği, kadına yönelik şiddet gibi konularda geriye gidiş riski büyüktür. ‘Ailenin korunması’ gibi muğlak kavramlar, kadınların birey olarak haklarını gölgeleyebilir. Anayasal eşitlik ilkesinin sadece metinde değil, gerçek yaşamda da karşılığı olması gerekiyor. Emek açısından da durum farklı değil. Yeni anayasa taslaklarında ‘sosyal devlet’ ilkesinin içi boşaltılabilir, örgütlenme özgürlüğü, grev hakkı gibi temel güvenceler daha da daraltılabilir. Anayasal hakların yerini, piyasa lehine düzenlemeler alabilir. Oysa kadın emeği zaten güvencesizliğin, kayıt dışılığın ve düşük ücretin kıskacında. Anayasa, kadınların çalışma yaşamında eşit ve güvenli koşullarda yer almasını güvence altına almalı, toplumsal cinsiyet temelli ayrımcılığı açıkça yasaklamalıdır. Özetle sadece bir anayasa metnine değil, toplumu şekillendiren eşitlikçi bir hukuk tahayyülüne ihtiyaç olduğunu görüyoruz hepimiz. Bu ihtiyaç kadınların, emekçilerin ve tüm ötekileştirilenlerin lehine bir dönüşümü gerektiriyor.
“Uzun zaman sadece dava dilekçesi yazdım”
Kadınların kazandıkları hakları koruyabilmesi için ne yapılabilir? Bireysel ve toplumsal açıdan bakarak ne önerirsiniz?
Toplumsal cinsiyet eşitliğini içselleştirmiş eğitim politikaları yaygınlaştırılmalı. Kadın haklarını tehdit eden yasal, siyasi veya kültürel kodlara karşı sivil toplum ve meslek örgütleriyle birlikte örgütlü mücadele yürütülmesi gerekiyor. Kadın cinayetleri, şiddet ve ayrımcılıkla mücadelede etkili yasal mekanizmalar kararlılıkla işletilmeli. Kadınların haklarını koruyabilmesi, için öncelikle haklarını bilmesi gerekiyor, hak bilinci yerleştikten sonra kazanımların korunması hem bireysel bilinçle hem de kollektif iradeyle mümkün.
Sadece gerçeği ve size ait düşünceleri değil, vicdanımızı yani kendi iç sesimizi de hissettiren çok güzel bir üslubunuz var. Eskiden de yazar mıydınız? Ne yazardınız?
Çocuk yaşlardan itibaren hep gazeteci yazar olmayı hayal ettim okumaya meraklı bir çocuktum. Ama Türkiye’de benim gibi orta hâlli ailelerden gelen biraz yazıp çizmeye meraklı ama “bir meslek sahibi olması” telkin edilen pek çok kişi gibi ben de kendimi hukuk fakültesinde buldum. Uzunca bir süre yazıyla ilişkim dava dilekçesi yazmaktan öteye geçmedi. Sonra vakti gelmiş olmalı yaşadıklarımızı, tanık olduklarımızı, sessiz kalamadıklarımızı kalemim yettiğince yazıya dökmeye başladım. Şu aralar barodaki görevim ve ülkedeki yoğun gündem nedeniyle yazı yazmaya vaktim olmuyor ama yazmak beni sağaltan, hayatla, dünyanın gidişatıyla baş edebilmemi sağlayan yegâne eylem olabilir.
“İnsanın olduğu yerde umut bitmez”
Bir yazınızda, “keşke kötü ve rahatsız edici konuları yazmak zorunda kalmadığım bir dünyada yaşasaydım başka şeyler yazardım” gibi bir düşünceye takılmıştım. O zaman yani eğer dünya daha iyi bir yer olsaydı, ne yazmak isterdiniz?
Her ne kadar öyle demişsem de dünya daha iyi bir yer olsaydı yine yazar mıydım bilmiyorum. Çünkü ben kendi adıma mutsuzlukla, adaletsizlikle, dünyanın karanlığıyla baş edebilmek için yazıyorum. Ama güçlü bir edebi anlatım yeteneğim olsaydı, basit insan hikayeleri anlatabilmek, unutmaya, hatırlamaya, aşka ve diğer insana has duygulara dair yazabilmek isterdim. İnsanın bir diğerine duyduğu aşk hayattaki en anlamlı eylem, varoluşumuzun en incelikli ve insanca hâli bence, belki biraz bunları anlatabilmek isterdim.
Son birkaç yıla bakarak bunlar cehennemdi diyeceğiniz neler oldu?
Çok şey oldu. Maraş depremi, yanan ormanlar, haksız yere tutuklanan, cezaevlerinde tutulup ömürlerinden çalınan insanlar, öldürülen kadınlar, biraz daha geriye gidersek Suruç, 10 Ekim, Soma faciası… Ne yazık ki cehennem listemiz çok uzun.
Hiç umut verici bir şeyler oldu mu?
Her şeyin karanlık göründüğü zamanlarda bile birilerinin iyiliği, cesareti ya da nezaketi karşıma çıkıyor. Bu küçük anlar, büyük sistemler karşısında çok güçsüz görünse de benim için umut oluyor. Bir cümle, bir direniş, üniversiteli öğrencilerin barikatı yıkıp geçtiği o anın fotoğrafı ya da Gazze’de hastanesini terk etmeyen Filistinli baş hekimin fotoğrafı… İnsanın olduğu yerde umut bitmez, iyiliğe, vicdana inanmaya devam etmekten başka bir tutunacak bir şeyimiz de yok zaten.