Bel fıtığı politiktir

Ameliyat edilen hastaların üçer beşer adım attıkları hastane koridorları, koridorlarda turlarken tanışan kadınların dertleştikleri, ağrı/sızılarını azaltmak için birbirlerine tavsiyelerde bulundukları/destek oldukları sosyal mekanlara dönüşüyor. Hastanedeki tüm kadınların sabah rutinleri Müge Anlı’nın Tatlı Sert programını izlemek, geriye kalan zamanlarda ise çilekeş hayatlarında onları ameliyat masalarına taşıyan etmenleri paylaşmak. Liste başı koca şiddeti.
Paylaş:
Bahar Gök
Bahar Gök
bihargok1982@gmail.com

Kasım ayından bu yana annemin bel fıtığı rahatsızlığı nedeniyle hastanelerdeyiz. 15 yıl kadar önce bel fıtığından ameliyat olduğunda rahatlamıştık. Dikkat edildiğinde tekrar etme riskinin çok düşük olduğunu söyleyen doktorların tavsiyelerine kulak vermek ne mümkün. Evde ücretsiz çalışan kadınlar için bu tavsiyeler suskun tepkilerle karşılanır hep. Çünkü hayatın akışı içerisinde evde ücretsiz bakım emeği veren kadınlar için zaman hızlı ve yorucu akıyor. İşte yıllar sonra yeniden karşılaştığımızda durumunun kötüye gittiğini öğrenip hızlıca ameliyathanenin kapısında bulduk kendimizi. Ameliyat esnasında doktorun tahminlerini aşan bir durumla karşılaşılınca beline 8 platin takıldı ve yataklı servislerde odamıza geçtik.

4 kronik rahatsızlığının yanında farklı pek çok rahatsızlığı bulunan annemin iyileşme süreci haliyle diğer hastalara göre daha uzun ve ağrılı geçti/geçiyor. Yattığımız oda iki kişilikti ve hemen her hafta ya da 3-5 günde bir ikinci yatakta yatan hasta değişiyordu. Narkozun etkisinden çıkan kadınlarla ameliyatlarının ikinci gününde başlıyorduk tanışmaya ve sohbet etmeye. Düşme riski yüksek hasta olarak işaretlenen odamıza, beline beş ve daha fazla platin takılan kadınlar getiriliyordu. 45-65 yaş aralığında olan kadınlardan kimisi Amasyalı kimisi Trabzonlu kimisi Sivaslıydı. Bölgesel farklılıkların dahi sınır koyamadığı bir ortaklığımız vardı hepsiyle. Hayatlarına mıh gibi çakılı duran erkeklerden gördükleri baskı ve şiddet.

“Benim çalıştığım eve gidiyordu”

Hemen her kadınla birbirimizi tanırken yaptığımız sohbetlerde en çok Zehra’nın hikayesi kendi hayatımızla ve annemin yaşadıklarıyla çok fazla benzerlik taşıyordu. Zehra elbette ki gerçek ismi değil. Bir sohbet sırasında kızlarından birinin adını Zehra koymayı çok istediğini ancak kaynanasının kabul etmediğini anlatmıştı. Biraz da bu yüzden Zehra ismini vermek istedim.

Henüz 47 yaşında olan Zehra ücretli işlerde uzun yıllar çalışmış olmasına rağmen sigortalı olarak uzun çalışmamış. “Toplasan bin günüm var. 95’te sigorta girişimi yapsalardı belki dışardan da öderdim. Belki şimdiye kadar emekli bile olmuştum” diyerek anlatıyor neden kocasının sigortası üzerinden sağlık hizmetlerine eriştiğini. Sonraki yıllarda neden talep etmediğini sorduğumda verdiği cevap bize hiç yabancı değildi. “Kocam belediyede çalışırken çocuk yardımı alıyordu. Bana ‘sen sigorta yaptırırsan çocuk yardımı kesilir’ dediği için o zamanlar düşünemedim. Zaten o zamanlar maaşları iyiydi. Benim çalıştığım eve gidiyordu. Onun maaşı birikiyordu. Ev aldık, araba aldık, çocukları okuttuk, evlendirdik. Hep o paralarla oldu. Şimdiki maaşlarla mümkün değil yapamazdık.”

Yıllarca emeklilik hayalini pek de kurmadan yaşamış ama içten içe de bir güvencesi olsun diye düşünmüş Zehra hep. Bu düşüncenin hangi zamanlarda bastırdığını öğrenmek istediğimde eliyle boşver gibi yaptığı hareketten bir süre sonra “Katlanırım diye düşünmüştüm” diyor kısık sesle. Oysa günlerdir elini Zehra’nın elinden bir an olsun ayırmayan kocasına baktığımızda “ahh keşke bizimki de” diye çok içlendiğimizi söyleyebilirim. Hastanede refakatçi olan kocasının Zehra’nın üzerine titremesine bakarak ne yalan söyleyeyim “Helal olsun” diyordum içimden. Bakım işini üstlenen erkek görmedim hayatımda. Odaya yatırılan hastaların yanında ya kendi kızları ya da gelinleri refakatçi olarak kalmıştı. Zehra için durum farklıydı. Zaten biraz da bu yüzden Zehra ile ayrıca özel olarak görüşmek istemiştim.

Bir gözümüz kapıda

Yemekhanelerde aşçılık, bulaşıkçılık yapmış çoğunlukla Zehra. Ev işlerine temizliğe gitmiş, çocuk bakmış, restoranlarda da çalışmış. Günde 16 saat çalıştığı çok gün olmuş. İşten eve gelir gelmez evde de yemek, bulaşık, çamaşır, sil-süpür, çocuk derken 3-4 saatlik uykularla gidip gelmiş işe. “Çoğu zaman havada sallanarak geziyordum işte. Koca koca kazanları kaldırıp indirirken çok yaraladım kendimi. Düşüyordum, halsiz kalıyordum. Millete kansızlığım var diyordum. Düşe çarpa çalışırken ezikler morarmalar oluyordu. Onların sayesinde diğerlerini kapatıyordum. Zaten kimse de sormuyordu. Herkes biliyor birbirini çünkü. Gariban olmasa hangi kadın gelir de o kadar ağır işlerin altına girer ki? Hepsinin ya kocasından ya ailesinden mecburiyeti vardı. Bazısı da boşanmıştı, söylemiyordu. Belki çıkarırlar diye korkuyorlardı. Ustalar da biliyordu durumumuzu. O yüzden kimse de doğru düzgün sigorta istemiyordu. Müdürler de sigortanızı yapalım demiyorlardı. Onların işine geliyordu zaten.”

Biz konuşurken Zehra arada bir kapının kapalı olup olmadığına bakıyordu. Kapı açıksa ve kocası duyarsa diye endişesi vardı. Her kapı sesinde irkiliyordu aynı bizim gibi. Neyse ki eşi kantine indiğinde en az bir saat orada kalıyordu. Ama yine de tedirgindi Zehra. Çünkü henüz 16’sında gelin gittiği evde bir hafta sonra dayak yemeye başlamış. Yıllar içerisinde dayağın şiddeti de artmış. İşkence dolu bir hayat sürmeye başlamış Zehra. Evlenmeden önce dışarda ücretli bir işte çalışmamış. Babasının tarlasında çok daha küçük yaşlarda çalışmaya başlamış. Bu işler de ev işlerinin bir parçası olarak kadınların omzuna yüklendiği için karın tokluğuna çalışmış aslında. Evlendiğinde rahata ereceğini düşünmüş ama hayal ettiği gibi olmamış. Biraz da bu yüzden ev dışında çalışmayı kendisi istemiş. Eşi kabul etmeyince ısrar etmiş, dayak yemiş ertesi gün yine “Ben iş buldum, çalışacağım” demiş. Böyle böyle kabul ettirmiş. Aldığı ilk maaşlar kocasının içki masalarında ödediği hesaplar olmuş. Biraz da bahşiş.

“Neredeyse sakat kalacaktım”

Çocukları kimi zaman birbirine kimi zaman da kaynanasına emanet ederek çalışmış. Eve geldiğinde ise hemen her gün, evdeki herhangi bir eşyanın işkence aleti olarak kullanıldığı şiddet onun normali olmuş. Çekyat kolluğundan elektrik süpürgesinin borusuna kadar. “Döverken imansızdı. Karnıma, belime, kafama, dizlerime… Nereye vurduğuna bakmıyordu hiç. Ama işte en çok belime karnıma vurduğunda hareketsiz kalıyordum. Diğer yerler niyeyse o kadar acımıyordu. Gençtim diye hissetmiyordum. Ertesi gün morardığında farkına varıyordum. Zaten bu belimin sebebi O’dur. İşteyken en çok belim, karnım, boynum ağrıyordu. Eve gelince de buralarıma vurunca nasıl kaldırayım. Yine de iyi dayanmışım. Yoksa çok daha erken ameliyat olurdum. Aslında doktor yıllardır söylüyordu zaten. Ben erteleyip durdum. Korkuyordum ameliyat masasında kalırım diye. Ama işte artık dört ayak üstüne düşünce mecburen oldum. Olunca da doktor söyledi işte neredeyse sakat kalacakmışım. Birkaç ay daha geciksem belki tekerlekli sandalyeye mahkûm kalacaktım. Doktor söylediğinde bizimkinin yüzüne baktım. Bel kayması, bel daralması, eski doku zedelenmeleri de hasar bırakmış dediğinde yüzü pembe oldu. Anladı tabi anlamaz mı? Zaten iki senedir filan elini sürmüyor bana ama yıllarca yaptıklarını 2 sene düzeltir mi? Çocuklar büyüdüler biraz onlar korku verdiler üstüne. Biraz da yaşlandı hem gücü yetmiyor eskisi gibi hem de kendisine bakacak kişinin ben olduğumu artık anladı… Yok yok bakmayın öyle melek gibi göründüğüne. Kızlarım gelsin kalsın yanımda istiyorum. Bırakmıyor. “Onca zaman sen bana baktın şimdi sıra bende” diyor. Bakmasın, gelmesin istiyorum ama vicdanı bırakmıyor herhalde. Eş dost akraba da ‘Helal olsun, erkek haliyle hastanede karısına bakıyor, adam adam’ deyince nasıl gururlanıyor. Görmüyor musun güle güle anlatıyor hep. Kimse geçmişini hatırlamaz artık. Ben, çocuklarım unutmuyoruz, unutamıyoruz ama elimizden de bir şey gelmiyor. Bu saate kadar ayrılmayı çok düşündüm ama işte herkes bir şey söylüyordu, utanıyordum, çocukları düşünüyordum geri dönüyordum. Şimdi ayrılsam aynısı olacak. Artık biraz insan olmaya başlamışken de ayrılsam ne olacak?”

Kısık sesle konuşmak

Tek hastalığı bu değil Zehra’nın. Yıllarca ağır işler yapmış, ağır şiddete maruz kalmış olmanın getirdiği pek çok fiziksel ve psikolojik rahatsızlığı var. Panik-atak, kaygı ve stres bozukluğu, anksiyete, depresyon; boyun fıtığı/düzleşmesi, karpal tünel sendromu, iltihaplı romatizma, varis, kas yırtıkları, vertigo, sol kulağında yüzde 30 işitme kaybı, astım ilk anda aklına gelenler. İdrar kesesi düşmüş birkaç defa, iki defa da düşük yapmış…

Kocasının odaya gelmesiyle birlikte sıradan günlük sohbetler yapmaya devam ediyoruz Zehra’yla. Ertesi gün taburcu olduğunda, annemle birbirlerinin numarasını alarak görüşmeye devam edeceklerinin sözünü veriyorlar. Zehra’dan önce ve sonra odayı paylaştığımız kadın hastalarla yaptığımız sohbetlerde de hepsinin ağır şiddet geçmişi olduğu dikkatimden kaçmıyor. Odamızı, yüksek riskli hastaların alındığı bir oda olduğu için 5 ve üstü platin takılan kadınlarla paylaşıyoruz. Hemen hepsinin çocuk yaşta evlenmiş olması, ücretli işlerde yıllarca çalışmış olmalarına rağmen güvencesiz kayıt dışı istihdam edilmelerinden dolayı emekli olamayacakları, ağır şiddet geçmişine sahip olmaları, kendileri için herhangi bir birikim yapamamış olmaları, hikayelerini paylaşırken kısık sesle konuşup kapıyı kontrol etmeleri başlı başına araştırma konuları.

Devlet hastanesinde iki aya yakın kalınca koridorda karşılaştığımız diğer kadın hastalarla da zaman geçirmeniz kaçınılmaz oluyor. Televizyon kumandaları her odada olmadığı için onu paylaşırken bile ayaküstü sohbet etme, sağlıkçılara ulaşmak isterken, ilaç ve serumları takip ederken sık sık bir araya geliyoruz. İhtiyaçları paylaşma, kimi zaman refakatçisi olduğumuz hastaları birbirimize emanet ederek diğer işlerimize zaman ayırmak gibi güzel dayanışmalara da vesile oluyordu. Ve bu sohbetlerimize de dayanarak, platin takılmış fıtık ameliyatlı kadınların, çelik bel korsesiyle yürüyüş yaparken koluna girmiş olan erkekler, hastanede ilk gördüğüm günkü gibi sempatik durmuyor gözümde.

Fotoğraf: Vecteezy

Paylaş:

Benzer İçerikler

Uzun yıllar ütü ve yemek yaparak çocuklarını okutan Emine Kazanır, “Ütü görmek istemiyorum, bazen diyorum ki; bana ütü demeyin midem bulanıyor!” diyor. Yirmi yıldır çalışan Kazanır, ancak son iki senedir kazancını kendisi için harcamaya başladığını söylüyor…
Kendi dünyasının bütün ağırlığını omuzlarına yüklenmiş ama ‘gık” demeden, yılmadan yorulmadan çalışmış bir kadın var karşımda yine… Adı, Leyla Taş. Şu an bir gökdelende temizlik işçisi olan Taş, “Havalimanında çalışırken idrarını ortalık yere yapan sarhoş bir şovmeni uyarınca bana attığı tokatın acısını unutamam” diyor.
Zeynep Durgun gittiği hobi kurslarında meslek sahibi oldu. Bugün kendi küçük atölyesinde deri çantalar, cüzdanlar, tablet kılıfları, bilgisayar çantaları dikiyor… Yarın için güzel hayalleri var…
Hürrem Sönmez, İstanbul Barosu’nun Genel Sekreteri… Diken’de hak ihlalleri üzerine yazdığı yazılar, Medyaskop’ta katıldığı programlarda sadece bir hukukçu değil, aktivist ve gazetecilik ruhuna sahip biri olduğunu da gördük. Hürrem Sönmez ile yaşadığımız günlerden ve hukuktan konuştuk.
İçeriklerimizi kaçırmamak için e-posta bültenimize ücretsiz abone olun!