Bağların ateş böcekleri

Kazdağları'nın eteklerinde bir bağda, gece yapılan bir bağbozumuna katıldım. Gece üzüm keserek başladık, üzümün sapını çöpünü ayırdık. Birkaç ay sonra şarap olacak üzümlerin şekeriyle ellerimizi yıkadık.
Paylaş:

Sabah 04.00… Köyün ıssız yollarında, domuzlar bile dinlenmeye çekilmiş, tek bir araba ışığı görünmüyor daracık yolda. Hacı Murat’ın farları bazen boşluğu, bazen bir çetin yamacı ya da yola doğru meyletmiş ağacı aydınlatıyor. Şoförümüz ve iş arkadaşımız, arabanın sahibi esniyor arada bir.

Biz arkada üç, önde iki kişi bağa gidiyoruz; bağbozumuna… Sabah, herkes uyurken biz yoldayız. “Karanlıkta çalışmak zor değil mi?” diye soruyorum yanımdaki arkadaşa. “Biz ateş böceğiyiz” diye cevaplıyor elindeki tepe lambasını göstererek.

Gittiğimiz bağ küçük bir bağ. Sekiz kişi çalışacağız. Ben hem yazı yazmak hem de bu gece işini deneyimlemek istiyorum. Ne yapıldığını ve karşılığında ne alındığını görmek, çalışanları tanımak; tarım işçiliğinin bu niş işinde bilgi sahibi olmak istiyorum.

Büyük bağlarda 50 – 60 kişi çalışıyormuş ama o ekiplere girmek pek kolay görünmüyor. Bu boş kadroya girebilmemin tek nedeni, şarabı üretenleri, bağ sahiplerini tanıyor olmam.

Aramızda Ayşe en gencimiz ama en tecrübelimiz. Hatice Hanım 62 yaşında ve dizleri, beli sıkıntılı; Aliye ev işlerine gidiyormuş, 50’lerinin başında… Benim gibi o da bağbozumunda siftah yapacakmış. Bağda bize bağ sahipleri ve bir iki kişi daha katılacak.

Radyoda bir şarkı çalıyor ama kimse duymuyor. Üstümüzde sabah üçte kalkıp, dörtte yola koyulmanın mahmurluğu ve sahte ağırbaşlılığı var. Havada tatlı bir serinlik, ağustosun son günlerine saklanmış bir eylül.

Kadınlar daha düşük ücret alıyor

“Başka ne işlere gidersiniz” diye soruyorum; “Ne iş çıkarsa yaparız” diyor Ayşe… Ev temizliği, zeytin işleri, tarla çapalama ve ürün toplama… Kadının aldığı ücret erkeklere göre hep düşük kalıyor genelde. Erkek 2 bin alırsa, kadın bin 500 alıyor aynı işe. “Neden” diye sorunca omzunu silkiyor. “İşte” diyor. Kadının erkekten daha az verimli olduğuna hükmedilmiş. Manavlık ve kabzımallık yapan, arada kendi ürününü ekip pazarlayan bir köylüme sormuştum aynı soruyu… O da aynı umursamazlık ile cevaplamıştı. “Bilmem. Hep öyle geldi, öyle gidiyor.”

Çalışmaya gittiğimiz bağda, herkes aynı ücreti alacak biliyorum. Bağ sahibi bu uygulamayı adaletsiz buluyormuş.

“Siz niye aynı ücreti almayı talep etmiyorsunuz” diye soruyorum kadınlara. Onlar da çoktan alışmışlar buna ve hiç sorgulama gereği duymamışlar.

10-15 dakikalık yolculuktan sonra bağa varıyoruz. Gece sessiz ve serin. Karanlık bir arazi uzanıyor önümüzde. Bir iki kişi tepe lambasını takarak yolu aydınlatıyor. Arada sırada tökezlesek de yokuş aşağı yoldan kazasız belasız asmaların yanına varıyoruz.  Uzaktan köpek havlamaları geliyor. İyi ki yakında değiller diyeceğimiz kadar çoklar ki köpeklerle aram çok iyidir. Çalıların arasından sesler geliyor zaman zaman, bir baykuş ötüyor; uzaktan buradayız diyen ışıklar ve korkulacak hiçbir şey yok. Kadınlar alışkın adımlarla yürürken, ben biraz bocalıyorum.

Yürürken konuşuyoruz. Yaz çok kurak ve çok sıcak geçtiğinden üzümler etkilenmiş. Bir gün önce yapılan bozumdan alınan üzümler kimseyi pek memnun etmemiş. Taneler ufak ve kuruymuş. “İnşallah bugünkü üzümler güzeldir.” Kastının, ele gelen, bir çekişte salkımından kopan, sulu ve iri taneli olanlar olduğunu, gösterdiğinde anlıyorum.

Gece çalışması başlıyor

Serin hava üstümüzden uykuyu çekip alırken, birkaç dizi üzümün bizi tepe lambalarımızın ışığında, parlayarak beklediğini görüyorum; baştakiler görünüyor ama diğerleri karanlıkta kaybolup gidiyorlar. İlk işimiz üzümleri asmalardan kesip almak. Bir gün önce çalışmaya geleceğimi söylediğimde işverenimizin söyledikleri geliyor aklıma: “Kollu bir şey giy. Pantolon ve kapalı ayakkabı olsun mutlaka… Ve sakın parfüm ya da deodorant kullanma.” Birlikte çalışacağım arkadaşlar geleneksel kıyafetleriyle, şalvar, yemeni, güzel el örgüsü yeleklerle her şeye hazırlar. Neden parfüm ya da deodorant kullanılmamalı sorusunun cevabını en tecrübeli arkadaşımız veriyor: “Hele güneş doğsun, arılar dadanırlar.”

Üzümlerin bir adı var: Merlot. Merhaba Merlot deyip, bir küçük topçuğu ağzıma atıyorum. Küçük ama etkili. Tatlı, hoş aromalı bir şaraplık üzüm bu. Rengi mor, mavi ve bazen griye, siyaha çalan küçük tanecikler. Tam içimden “Firuze” şarkısındaki “Üzüm buğusu meğerse buymuş” derken bir uyarı alıyorum. “Bir dakika. Üzümlere dokunmadan elimizi ve makaslarımızı streril etmemiz gerekiyor.”

Oldukça kötü kokulu bir strerilizasyon sıvısı katılmış suyla elimizi, makasmızı sterilize edip, “Ya Allah” deyip giriyoruz üzümlerin arasına… Bu sterilizasyon yapılacak istenmeyen bakterileri, mayaları şaraptan uzak tutuyor. Tek sıra gibi duran ve iki taraftan çalışmayı gerektiren üzümlerin arasında karşılıklı salkım kesmeye başlıyoruz. Hatice Hanım, “Aman dikkat et parmağını kesmeyesin” diyor. O kesmiş. Başımızdaki lambalar sadece önümüzdeki asmayı aydınlatıyor. Oldukça hızlı çalışarak bütün üzümleri kesiyoruz kısa sürede.

Hatice Hanım iş bitiminde bendeki rehaveti görmüş olmalı ki, “Bitti mi sanıyon. Dahası var. Esas iş ayıklamakta. Toplamak ne ki” diyor. Herkes dolu kasasını alıp kısa bir yol yürüyor ve üzüm ayıklayacağımız bir masanın etrafına kümeleniyor. Gece çalışıyoruz çünkü üzümün toplandıktan sonra hemen işlenmesi gerekiyor. Eğer ısıyla ve dış etkenlerle fazla teması olursa, kalitesi düşüyor şarabın.

Küçük gibi görünen büyük bir iş

Bir kasa dolusu üzümü salkımından ayırmak ne kadar zor olabilir ki?

Başlangıçta ben de muhtemelen uzaktan bakan herkes gibi işi küçümsüyorum. Yarım saat sonra yorgunluk yok ama canım sıkılmaya başlıyor. Bir saatin sonunda üzüm şekerinden yapış yapış olmuş ellerimle bu işin aslında hiç de kolay olmadığını kavrıyorum. Zor olan işin kendisi değil, aynı şeyi sürekli tekrar etmenin sıradanlığı ve bağlayıcılığı. İkinci saatte üzümü ve bedenimi unutup, aklımı gezmeye çıkarınca iş kolaylaşıyor. İş kolaylaşıyor dediysek de oturmak zorlaşıyor. Hep aynı pozisyonda, bir tahtanın üzerinde, hep aynı açıyı koruyarak oturmak zor. Pozisyonu değiştirmek pek mümkün değil, çünkü tepe lambası o zaman canının istediği yeri aydınlatıyor.

Sonra etrafa laf atasım geliyor. Aliye benden önce davranıyor, “E, bir müzik de mi yok? Sohbet de mi yok? Susup kaldınız” diyor esefle. “Amaan, müzik deme yine çalar gıy gıy” diyor bir gün önce bağ sahibinin seçtiği müziği hiç de beğenmediğini ima ederek.

En tecrübelimiz, “Normalde şimdi ne yapardın? Uyurdun değil mi? Az açılalım, sesimiz çıkar elbette” diyor “Patlatırız bir roman havası.”

Bizim buralarda düğünlerde ve şalvar gecelerinde bu tarz müzikler pek muteber. Düğünler masallardaki gibi üç gün üç gece yapılıyor. Davul zurna da var, dicey de. Dua da var, içki de. Her kesimi memnun edecek düğünler yapılıyor. Paraya para demeden!

Gündoğumuna yaklaştıkça, hava giderek soğuyor. Sabah ayazı dedikleri bu olmalı. Ben tişört ve gömlekle donayazarken, kızlar benim tecrübesizliğimle dalga geçiyor.

Kim bilir kaç üzüm salkımını tanelerinden ayırmışken, küçük bir yarışma başlıyor aramızda. “En çok ben ayıkladım” diyor Ayşe. “Tam dört kasa.” Öbürü üç diyor. Ben ayıklaya ayıklaya ancak bir kasayı bitirmişim. Yine benimle dalga geçiyorlar çok çalıştığım için! Şöyle bir arkamı dönüp kaç kasa kaldı diye bakayım diyorum ki, ne göreyim!  Birkaç kasa dağı ayıklamamızı bekleyen üzümle dolu. Ellerim dirseklerime kadar üzüm suyuna batmış, yapış yapışım. Elimi hiçbir yere dokunamıyorum.

Masada üzümler koparılırken gidilen düğünler, orada giyilen elbiseler konuşuluyor. “Sosyete yanınızda sıfır” diyorum, gülüyoruz. En çok da “Elbise güzeldi ama o çiçekli çorabı varıp çıkartacaktım ayağından” diyen modacı Ayşe gülüyor. Üzüm dağları azalırken, sabah ezanının sesi duyuluyor uzaktan. Görmesek de sesi yanımızda. Güneş doğmamışsa da ortalık ışımaya başlıyor. Başımızda yer eden lastikli lambaları tek tek kapatıyoruz.

Ellerinde üzümün yapışkan ve tatlı suyu, tüm yaşanmışlıklarına rağmen ruhlarını terketmeyen neşeleriyle bu kadınlar, Dionysos miti boşuna çıkmamış dedirtiyor insana. Dionysos’un şarap, coşku ve bağbozumu törenlerindeki eşlikçisi olan kadınlar, yüzyıllarca doğurganlığın ve bağbozumlarının bereketinin simgesi oldular. Ve Manead yani çılgın olanlar diye anıldılar… Mitolojiler gerçek hikayelerden çıkar derler.

Antik bir testi parçası. Üstünde dionysos ile ilgili bir çizim var.

Sigorta ne ola ki!

Tabii biz o kadar çılgın değiliz. Sıkı sıkı sarıldığımız gerçeklerimiz var. Mesela sigorta. Sigortaları olup olmadığını soruyorum. Masada sigortası başlamış ama yarım kalmış bir Ayşe var. Aliye ve Ayşe kişisel emeklilik sigortası yaparak kendilerince geleceklerini garantiye almaya çalışmışlar. Hatice Hanımın ise emeklilik bir yana dursun, herhangi bir yan geliri yok. Her yeri ağrısa da çalışmak zorunda olduğunu söylüyor. Kocasının ölümünden sonra her tür işle o ilgilenmek zorunda kalmış. Aralarındaki tek emekli olarak günün şanslısı mıyım? Galiba. Onları aksine inandırmak zor. Ne kadar şanslı olduğumu söyleyip dururlarken, aldığım parayı söyleyince emeklinin halini biraz anlar gibi oluyorlar. “Ee senin de ek iş yapman lazım” diyorlar.

Aliye kızlarının geleceği için uğraşıyor, Hatice hayatını sürdürmek için… Ayşe ilkokuldan beri çalışıyor. Hiç yılmadan, bıkmadan her tür işe gittiğini anlatıyor. Sebze toplama, zeytin işi, bağbozumu… İşlerin içinde en zorunun ne olduğunu soruyorum: “Bana çapa deme” diyor. “En zoru bence domatesin çapasıdır.” Arkasından ekliyor: “Zor iş diye bir şey yok yapmak isteyene.” Çalışmaktan çok büyük zevk alıyor ve bunu her fırsatta belirtiyor.

Onu anlayan, kader birliği ettiği bir kocası var. Kendini şanslı hissediyor: “İyi kötü bir evimizi aldık, çok şükür aç da, açık da değiliz” diyor. Çok şükür çocukları sağlıklı, okula gidiyorlar. O da görevlerini yerine getiriyor.  “Her şey çocuklar için.”

Tarım işi dört mevsim

Bir komşularını anlatıyor. Vaktiyle tarlaları varmış, fasulye ve domates ekiyorlarmış. Ailecek çalışıp, ailenin bütün üyelerine tek tek ev almışlar. Son beş senedir, tarım işlerinin pek iyi gitmemesi yüzünden, tarla ekmeyi bırakıp, işçi olarak başkalarına gitmeye karar vermişler. “Nerden baksan 20 kişiler… Hepsi birlikte işe gittiklerinde, en kötüsünden bin 500 lira kişi başı alırlar. Yani günlük 25-30 bin lira… Ayda 20 gün çalışsalar… en az 500 bin lira kazanırlar. Tarım işi dört mevsim. Her mevsim yeni bir iş var” diyor. Kişi başı asgari ücret civarı bir paraya denk geliyor söylediği miktar. Paranın bereketini kullanma biçimi artırıyor. Bu parayla gelinlere, kızlara altın, evlenecek erkek çocuklara ev alınıyor. Para tasarrufu altınla yapılıyor ve kasabadaki kuyumcu, aynı zamanda banka gibi bu tasarrufu koruyor. Kovboy filmlerindeki bankalar geliyor aklıma. Altın verip para aldığın, para verip altın alabildiğin. Bir arada kalmayı başaran ailelerin çok iyi para kazanabildiğini ve artık okuyan çocuklara her tür imkanın sağlandığını anlatıyor. Bu bir köy mucizesi ve biz şehirlilerin pek anlayabileceği bir şey değil.

Bağda çalışmak günah mı?

Alpay’ın söylediği “Fabrika Kızı” şarkısı geliyor aklıma. “Fabrikada tütün sarar, sanki kendi içer gibi…” Bu cümle öyle güçlü bir çelişkiyi anlatıyor ki, “Aranızda bu yaptığımız şaraptan içen var mı?” diye sormadan geçemiyorum. Aliye ve Hatice içmemişler ama Ayşe bu kadar emek verdiği şeyin tadına bakmak istemiş. Beğenmiş. Neşelenmiş. Şarap günah mı değil mi derken, söz bazı imamların söylediklerine geliyor. “Bağbozumuna gitmeyin. Şarap yapıyorlar. Şarap yapımına katkısı bulunan da günaha girer” diye konuşuyorlarmış. Aldıkları paranın hayrını görmeyeceklerini söylen bu kişilere Ayşe’nin cevabı şu: “Bıçak yapan da büyük günaha girdi öyleyse. Yaptığı bıçakla ya cinayet işlerlerse?”

Atalarımız “boş kalan eller çalışkan diller” demiş ama bizim ellerimiz çalıştıkça uykumuz açılıyor; hızlanıyoruz; dilimiz çözülüyor. Hava da ayazın da ayazı varmış dedirtecek kadar serinlemeye devam ediyor. Güneş doğsa, şöyle biraz içimizi ısıtsa diye sabırsızım.

Bu mesai ne kadar sürecek merak ediyorum. Güneş ne zaman doğacak? Güneş ne kadar yavaş doğuyormuş. Yatağımı özledim diyorum içimden. Ayşe içimden geçeni okumuş gibi, “Saat 11.00’e kadar bitiririz bu işi” diyor. 11.30 paydos saatimiz. Yaklaşık yedi saatlik bir mesai yapmış olacağız.

Bizim topladığımız üzümler doğruca depoya, fermantasyona gidiyor. Tek tek sapından ayırdığımız üzümlerin önünde uzun bir yol var şarap olana kadar.

Artık üşümediğimi hissettiğimde, güneşin de iyice yükseldiğini görüyorum. Kahvaltımız hazır. Simit, peynir, üzüm, çay… Hayatımda bu kadar lezzetli bir simit peynir yemediğime yemin edebilirim. Üzüm ayıklayan kadınlarla sanki yıllar boyu birlikte çalışmış kadar yakın hissediyorum.

Sonra devam. Yine üzümler… Tek tek koparırken, her üzüm bir saniye gibi… İki saate binlerce üzüm tanesi sığar. Aklıma, “Sizin oralarda şöyle birkaç dönümlük, üzüm yetiştirebileceğim bir arazi var mı, ya da zeytinlik? Bir kenarına küçük bir ev yaparım. Bir de sebze bahçesi… Kendim eker biçerim” diyen arkadaşlar geliyor… İçimden gülüyorum. Ne hayal ettiğiniz hakkında acaba küçücük bir fikriniz var mı?

“Beni zeytine de götürün” diyorum kızlara… “Olur” diyor Ayşe… Katır bile tırmanırken zorlanacak kadar dik bir yamaçtaki zeytinlikten söz ederek, “seni de götürürüz” diyor ve ekliyor. “Bu işe zor dediysen bir de yamaçta zeytin toplamayı gör.” Kızlar, benim o yüksek yamaca çıkmayı başaramayacağımı düşündükleri için kahkahadan kırılıyorlar. Göreceğiz bakalım!

Paylaş:

Benzer İçerikler

57 işçi, güvenlik görevlilerini aşarak içeri girdi ve fabrikanın 3. katını işgal etti. Kapıların önünü yığınakla kapattılar. İşten çıkartılan Omsa çalışanları 69 gündür eylemdeydi. Hak ettikleri kıdem ve ihbar tazminatlarını bu işgal sonrasında aldılar. İki kadın işçi, eylem sürecini ve işgali Kadın İşçi’ye anlattı
Metal iş kolu sendikaları ile MESS arasında başlayan TİS görüşmelerine dair Birleşik Metal-İş Sendikası üyesi Ezgi ve Çiğdem ile konuştuk. “Bizim sektörde kadınların robot misali çalışması isteniyor” diyen işçiler TİS’e dair taleplerini anlattı
Bir kartın borcunu döndüremediğinde diğer karttan çekip ödeyen, borcunu kapatmak için bireysel kredi kullanan, yasal takibe uğrayan, ellerine para geçince işsiz kaldıkları dönemde biriken borcu kapatmak zorunda olan fabrika işçisi kadınlar… Üniversiteden az ya da çok borçlu mezun olan, iş bulabildiklerinde borçları azalacağına artan genç kadınlar… Türkiye’de gitgide büyüyen kredi kartı ve bireysel kredi borçları sorununu kadın işçilerin nasıl yaşadığına baktık.
Çanakkale’nin Ayvacık ilçesinin Bektaş Köyünde kadınların çabasıyla bir kooperatif kuruldu. Bektaş Kadın Kooperatifi kadın emeğini değerlendirmenin yolarını gösterdiği gibi yeni üretim kapıları da açarak, bir örnek oluşturuyor.
İçeriklerimizi kaçırmamak için e-posta bültenimize ücretsiz abone olun!